menu
Stacks Image 4778


BİSİKLET ÜSTÜNDE HİNT OKYANUSU’NDAN PASİFİK KIYILARINA

PART I: PERTH > KALGOORLIE

Başını sonunu birbirine karıştırdığım unutulmaz bir yolculuk…

Binlerce kilometre yol, milyonlarca koyun, milyarlarca okaliptüs ağacı, devasa mesafeler, minicik şehirler, daha önce hiç duymadığım kokular ve daha önce görmediğim kadar göz alabildiğine düzlük, kıpkızıl bir toprak, envai çeşit bulut, denizi kıskandıracak kadar mavi bir gökyüzü, deli deli esen rüzgarlar, kangurular, emular, wombatlar, üçüncü dereden amele yanıkları, altın arayanlar, maceracılar, bir sürü göçmen, sıcak, soğuk, yağmur, çamur, şimşek, ıssız çöller, dev dalgalı okyanuslar, çokça tek başınalık, kaybolmuşluk ama bir o kadar da özgürlük, başını sonunu birbirine karıştırdığım unutulmaz bir yolculuk: Trans-Avustralya !!!

Stacks Image 2611
Stacks Image 2616


Evet, geri sayım başladı. Çocukluğumdan beri rüyalarımı süsleyen o zorlu ama heyecan verici yolculuğa çıkmama artık sadece günler var.

Önceki yazılarımı okumuş olanlar biliyordur ama bilmeyenler için tekrar edeyim; becerebilirsem, bisikletim Karayel ile Avustralya’yı Batı-Doğu istikametinde baştan başa geçmeyi planlıyorum.

İnsanoğlunun en son ayak bastığı, ve bence bu yüzden o özel habitatına sahip olan kendine has kıtanın kıpkızıl çölleri kendimi bildim bileli beni bir mıknatıs gibi kendisine çekiyordu. Turistik gezilerin gidilen coğrafyadaki hayatla alakası olmayan yapay dokusu ve gerçeklerden kopuk yapısı bana çok itici geldiğinden, ve bir de hayata seyirci kalmak yerine, kayarcasına geçtiğim yerlerdeki her eğimi, her sesi, her kokuyu hissedip, hayattan aldığım enerjiyi pedallara aktararak akarken yeniden hayat döngüsünün içine karışıp onun bir parçası olduğumu hissetmeye aşık olduğumdan böyle bir işe girişmeye karar vermiştim.

Ve kalbim son altı aydır neredeyse sadece bunun için atıyor. Zihinsel, fiziksel ve ekipman hazırlıklarım bu kimilerine göre delice serüven için artık son aşamada. Ve heyecanla birlikte stresim de artıyor. Daha yolculuğa çıkmadan dönüşmeye, İster istemez farklı bir dünyaya, bilinmezlerin getirdiği heyecanlarla ve endişelerle dolu bir gerçekliğe doğru kaymaya başlıyorum. Bazen çocuk gibi seviniyor, bazen hastalık hastası yaşlılar gibi endişeleniyorum. Bu manik-depresif hal ne kadar gerginleştirici olsa da soğuk ama taptaze bir bahar rüzgarı gibi yeni yapraklar açıyor ruhumda…

NASA’NIN UZAYA UYDU YOLLAMASI GİBİ BİR ŞEY

Artık hazırlıklardan yorulup, beklemekten sıkıldım, ne olacaksa bir an önce olsun istiyorum. Bu iş Nasa’nın uzaya sonda göndermesi gibi bir şey. En ufak detayları bile önceden düşünüp, on gram yükün dahi hesabını yapmak zorundayım. Yanıma almaya karar vereceğim her minik şey, on gram dahi olsa binlerce kilometre taşımak zorunda olunca epey yekün tutuyor.

Internet’te son araştırmalarımı yapıp, kafamda bilmem kaçıncı kez yolculuğu simüle etmeye çalışırken, bir yandan da; “Bu kadar öngörülebilir hale getirirsen bu yolculuğun ne heyecanı kalacak ki!” diyerek kendimle çelişiyorum;… Sonradan bu sözleri çok anacağımı nereden bilebilirim ki!

Şaka bir yana, bu minik proje yaşadığım son ayları öylesine anlamlandırıp, günlerimin o kadar dolu dolu geçmesini sağladı ki,. Sanki önceki on seneye bedel bir yıl geçirmiş gibi hissediyorum kendimi… Kennedy’nin “Aya İnsan Gönderme” gibi bir projeyi kullanarak Amerikan teknolojisi, sanayisi ve ekonomisine nasıl çağ atlattığını şimdi daha iyi anlayabiliyorum.

Askerliğimden beri ilk defa bu kadar uzun süreliğine gündelik hayatın dışında, modern hayatın baş döndürücü sarhoşluğu ve insanı tüketen talepleri olmadan vakit geçirebileceğim için çok heyecanlıyım. Yalnız, İstanbul’dan çıkmak, neredeyse turun kendisinden daha zor. Uzun, teknolojiye ne kadar erişebileceğimi bilemediğim ve riskli bir yolculuğa çıkıyorum. Geride kalanları da düşünüp bütün ayarlamaları yapmam gerekiyor: Faturalar, otomatik ödemeler, vs… Bu esnada şehir hayatının kıskacını daha da bir derinden hissediyorum. Meğer “Aylık Yapılacaklar” listesinde varlığını unuttuğum ama beni bağlayan ne kadar çok şey varmış.

VASİYETNAME MESELESİ

Evet angarya ama gezinin gazıyla bir şekilde hallediyorum. Asıl can sıkıcı olan ise “Ya dönemezsem!” ile ilgili ayarlamalar oluyor. Ölüm yasal açıdan son derece temiz bir durum. Vesayet mekanizması hemen devreye giriyor ve mülki işlemler kısa sürede halloluyor. Yalnız öldüğünüz kanıtlanamazsa işte o zaman durum çok vahim, çünkü yakınlarınız mirasınızı alabilmek için on sene beklemek zorunda… Bir süre düşünüp bir yol bulmaya çalışıyorum. Avukatlar vasiyetname yazsam bile öldüğüm kanıtlanmazsa işe yaramayacağını söyleyince notere danışmaya karar veriyorum. Onun önerisi ise vekalet vermem oluyor. Yalnız her varlığımı düşünüp, her birini tek tek vekaletnamede belirtmem gerekiyor ki, noter masrafını hesaplayıp neredeyse gezi bütçeme yakın bir şey çıkınca vazgeçiyorum. Sanırım kaybolmamaya çalışmak çok daha kolay olacak…

Tam da mülkiyet meselelerinden kurtulup kafa dinleyebileceğim bir yolculuğa çıkacakken yine o mülkiyet meselelerinin kucağına oturmak sinirlerimi bozuyor. Biraz da endişelerimi tetikliyor haliyle. Sayılı günler azaldıkça stresim artıyor. Arttıkça da sanal ahrazlarım ortaya çıkmaya başlıyor: menisküs ağrısı, kalp çarpıntısı, iştah bozukluğu vs…

Tabi hepsinin ana teması aynı fikir: “Ya bir şey olur da yapamazsam!”… Ya sakatlanırsam veya fiziksel olarak tükenip devam edemezsem, ya Karayel tamir edilemeyecek bir arıza çıkarır veya çalınırsa, ya pasaportumu kaybedersem, ya param biterse, ya saldırıya uğrarsam, ya vahşi hayvanlar beni yerse, ya orman yangınına yakalanırsam, ya kamyon çarparsa, ya çölün ortasında yılan ısırırsa, ya fırtınaya yakalanırsam ve üzerime yıldırım düşerse, vs, vs… İçimdeki hain yine iş başında, tam mesai yapıyor. Ben ise deli gönlümü yardıma çağırıp her kötü ihtimal için akılcı bir çözüm üreterek kendimi rahatlatmaya çalışıyorum.

Aslında iş başında olan sadece içimdeki hain değil. Çevremdeki insanlar da bu düşünceleri zihnime nakış gibi işlemek için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar. Böyle bir yolculuk yapacağımı söyler söylemez, hiç kimse içsel korkularıyla katkıda bulunmaktan kendisini alamıyor... “Nasıl yani?” diye başlayan cümleler “İyisin değil mi?” diye sonlanırken, aslında akıllarından geçenin “Kafayı yemiş bu!” olduğunu şaşkın bakışlarından anlayabiliyorum Bu gezi etrafımdakileri tanımam için Turnusol Kağıdı gibi bir işlev de gördü diyebilirim. İlk telaffuz ettiğim günden itibaren, aman Allah’ım ne endişeler; vahşi hayvanlar, böcekler, hırsızlar, haydutlar, kazalar, hava şartları, orman yangınları... Oysa ki gazeteleri açıp baksalar şehirlerde meydana gelen şiddet haberlerinin kırsaldakinin onlarca katı fazla olduğunu, ve insanın insana yaptığını ne doğanın ve ne de hayvanların yapmadığını apaçık görecekler. Şöyle bir baktım, aslanlar tarafından yılda öldürülen insan sayısı beşyüzelli iken, trafik kazalarında bir yılda hayatını kaybedenlerin sayısı dörtyüz yirmi bin. Basit bir hesapla, trafik kazalarında bir yılda hayatını kaybedenleri yiyebilmeleri için dünyadaki tüm aslanların yediyüzaltmışüç yıl aralıksız uğraşmaları gerekiyor.

Aslında bu endişeler beni bir kez daha motive ediyor çünkü bu gezi vasıtasıyla bir süreliğine de olsa asıl kurtulmak istediğim şey, işte tam da yakınlarımın bu hissettikleri ve benim de içimde savaş verdiğim sanal endişeler… Çünkü ben hayattan korkmak değil, onu yaşamak istiyorum. Tabii ki haddimi bilerek ve saygıda kusur etmeden…

SPONSOR MUHABBETİ

Her neyse ciddi olduğuma ve vazgeçmeyeceğime kanaat getirdikleri zaman bu sefer başka bir moda geçiyoruz; “Neden bir sponsor bulmuyorsun?” modu…

“Bir sponsor bulsan iyi olmaz mı?” aslında oldukça saf bir iyi niyet beyanı gibi görünüyor, ama benim için öyle değil… Aslında söylemeye çalıştıkları şey şu: “madem böyle bir iş yapıyorsun, bunu neden paraya tahvil etmiyorsun?”.

Ve bunun cevabı çok basit: “Çünkü ben zaten paradan ve onun temsil ettiği şeylerden uzaklaşmak için böyle bir şey yapıyorum da ondan!”. Bedenimi, aklımı, zihnimi, vaktimi, yeteneklerimi, doğru olanı seçme/yapma özgürlüğümü türümüze has gereksiz ihtiraslar yüzünden iş hayatım boyunca yeterinden fazla kiraladım zaten. Artık bunu yapmayacağım. Prangalarımdan kurtulmak için keşfettiğim bu naif yolun yeni bir esarete dönüşmesini istemiyorum, hepsi bu…

Ama bunu anlatmak gerçekten de çok zor. “Bak hem ne güzel gezersin, hem de para kazanırsın!” cin fikri ile başetmem neredeyse imkansız. “Para iyidir, mutlu etmez belki ama en azından her ayıbı örter. Madem böyle bir işe girişiyorsun, aptallık edip de bunu boşa harcayayım deme!!! Ah ben senin yerinde olcam ki!!!” vs vs…

Her neyse, sponsorluk işleri kulağa hoş geliyor ama aslında pek öyle göründüğü gibi de değil zaten. Her ne kadar yardımseverlik adına yapılıyormuş gibi görünse de (kendim de uzun yıllar pazarlama bütçeleri yönettim, oradan biliyorum) hiç bir firma kendisine maddi olarak geri dönmeyecek bir şeye para vermek istemez. Bunun tek istisnası patronun akrabası veya tanıdığı vs olmanız. Dolayısıyla böyle bir destek almak istiyorsanız gezinizin mahremiyetinden fedakarlık edip, yol boyunca ilginizin büyük kısmını hayalinizi doya doya yaşamak yerine, insanları cezbedecek reklam işlerine vakfetmeniz gerekiyor. Bir de sanki asıl işi yapan parayı verenmiş gibi yetmişiki takla atmanız, “Aman efendim, canım efendim” falan yapmanız gerekiyor ki hiç hoş değil. “Ya yolda ters bir şey olur da geziyi tamamlayamazsam” stresi ve hesap verme sıkıntısıyla geziyi berbat etmek riski de cabası. Bir nevi sevdiğin kızı kaçırıp dağlarda yaşayacağına, fabrikatörün kızıyla evlenip kravat takmak gibi bir şey. Üstelik çocuğu yapan sen olmana rağmen bütün övgüler kayınpedere gidiyor... Siz ne düşünürsünüz bilmem ama, çok fazla maddi kaygı ve ve manipülasyon var. O yüzden benim yapmaya çalıştığım şeye yüzseksen derece ters. Gezerek kaçıp kurtulmaya çalıştığım şeylerin ta kendisiyle tango yapmak sanki. Zaten kravat takmayı da hiç sevmem, yol yakınken bu işlerle çorbamı bulandırmaktan vaz geçip, tuzsuz aşım dertsiz başım modeline dönüş yapıyorum... Biraz da okuyucuları düşündüğümden aslında. Çünkü her pazarlama faaliyeti mutlaka fiyata yansıyor ve her ne kadar bunu ödeyenler sizler olsanız da, sosyal sorumluluk gururu daima sponsor firmaya kalıyor...

SOSYAL MEDYA MUHABBETİ
Sponsorluk kurumuyla ilgilenmediğimi söylediğimde karşılaştığım ikinci cin fikir de Sosyal Medya Yayıncılığı. Hani şu hem gezip hem de takipçileri sayesinde ünlü olup dünyanın parasını kazandıkları söylenenler gibi…

İşin abartılan ekonomik alt yapısı ile ilgili dezenformasyon bir yana, gezip tozup, hayat harika vs diye yutturmaya çalışırken acayip içimi bayıyorlar. Hayat harika falan değil, sadece olması gerektiği gibi. Hayat harika olsaydı, izleyenleriniz kendi hayatlarında mutlu oluyor olurdu. Aslında verilen mesaj şu; “Hey ezikler, hayatınız bok gibi, köle gibi çalışmak zorundasınız, ama biz sizin bağışlarınız sayesinde gezerken, siz de bizim sayemizde gezmiş oluyorsunuz…” Yani gezenlerin açısından bir nebze anlaşılabilir bir durum belki ama takipçilerin ruh halini anlamam gerçekten mümkün değil! İnsanoğlu ne ara bu kadar umutsuz bir hale düştü bilemiyorum?!

Oysa ki harika olan hayat değil, harika olan yaşamak! Kendi kararlarını alıp cesurca ilerleyebilmek, yoksa başkalarını takip ederek ikinci sınıf tatminler yaşamak değil…

Medeniyet kılığında yutturulmaya çalışılan açgözlü materyalist felsefe on yıllardır televizyon marifetiyle ezdiği hayatlarımızı, bu sefer de sosyal medya balyozuyla şekillendirmeye devam ediyor. Aslında değişen hiç bir şey yok. Allayıp pullayıp ne yapılacağını gösterenler ve yemi yutup pür dikkat çabalayanlar… Sanayi devrimi zamanında, Victor Hugo Sefiller’i yazarken de pek bir fark yoktu bu iki sınıf arasında. Sadece makineleşme sayesinde ağır işler ince esaretlere evrilmiş durumda! Ama sonuçta kölelik köleliktir değil mi ? Yalnız şimdiki hokkabazlık daha iyi, köleler bunu isteyerek ve hevesle yapıyorlar. Bir şeylerin yanlış olduğunu, mutsuz olduklarını hissetmelerine rağmen, bu duruma isyan etmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar...

Bu işin afyonu da bulunmuş; “Sevdiğin İşi Yapmak”! Yani hem keyif alıyorsun, hem de para kazanıyorsun; “Çifte Kavrulmuş Mutluluk” meselesi… Bana göre ise sistemin bencillikleri tahrik ederek iş hayatını dizayn etmek için kullandığı bir diğer araç…

Sevdiğin işi yapacaksın ki mutlu olasın. Yani hem sistem çalışmaya devam edecek, hem de sen para kazanmış, üstüne üstlük bunu yaparken bir de mutlu olmuş olacaksın. Yeme de yanında yat walla…

Ama bence bu iş pek öyle göründüğü gibi değil. Birincisi; en müthiş zevk-heyecan verici şey dahi, iş edinip rutin bir şekilde yapmak zorunda olduğunda hiç de düşündüğün kadar mutluluk verici olmuyor. Dilerseniz aşağıdaki cümlede noktalı alana aklınıza gelen en zevk-heyecan verici şeyi yerleştirip bir deneyin;

Her sabah kalkıp, canım o gün onu yapmak istemese dahi ……………….. yapmak zorunda olmak, işte benim için mutluluk bu !!!

Şimdi bir de aynı kelimeleri aşağıdaki cümleye yerleştirip ne hissettiğimize bakalım;

Bu sabah kalkıp ……………….. yapamayacağım ama en azından canımın istemediği hiç bir şeyi de yapmak zorunda değilim!!!

Benim için sonuç açık; yaptığın şey dünyanın en güzel şeyi de olsa, istediğini yapabilme özgürlüğünün yerini tutamıyor…

İkincisi, ben diyeyim insanoğlunun olumsuz hasletleri yüzünden, siz deyin sistemin marifetiyle, bizi mutluluğa ulaştırabilecek yegane varlığımızı yani günlük mesaimizi çoktan mutluluk yerine gelire vakfetmiş durumdayız. Şöyle bir soru sorduğunuz zaman aslında herşey ortaya çıkıyor; “Mecbur kalsaydınız hangisini feda ederdiniz; gelirinizi mi, yoksa mutluluğunuzu mu?”. Cevap, tabii ki “Mutluluk”, yoksa şu anda kimse çalışmıyor olurdu! O yüzden aslında mutluluk çoktan feda edilmiş, yalnızca bir ihtimal olarak gelirin yanına yapıştırılmaya çalışılıyor. Tabii yukarıda bahsettiğim gibi, seçme özgürlüğü olmadıkça mutlu olunamayacağı için bu pek mümkün değil ama milyonda bir de olsa mümkün olma ihtimali olmazsa sistem çökeceğinden itina ile bu umut destekleniyor.

“İyi ama çalışmazsak açlıktan ölürüz” dediğinizi veya “En azından biraz daha hoşlandığın bir işi yapmak, hiç sevmediğin şeyleri yapmaktan iyidir!” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Birincisine cevap olarak; doğa ile uyum içinde yaşayıp, modern anlamda bir mesai yapmadan mutlu mesut yaşayan ve açlıktan ölmeyen pek çok topluluk biliyorum. Düşünülenin aksine modern insanın çalışmanın aleyhine terk edemediği şey “Hayatta Kalabilmek Ayrıcalığı” değil, potansiyel gelirinden mahrum olup modern hayatın reklam edilen görüntüsüne göre nimet, eldeki çıktılarına göre ise külfet gibi görünen meyvelerinden faydalanamamak… Bunun uğruna katlanılan gelir adaletsizliğinden, sömürenlerden, sömürülenlerden, her gün yaşanmakta olan insan kaynaklı ve kurbanları yine insanlar olan pek çok trajediden vs bahsetmiyorum bile…

İkincisine gelirsek; birincisine kafa yormayan birisinin zaten kaçınılmaz olarak varacağı noktadan başka bir şey değil…

Her neyse, amacım sizi ikna etmek değil, sadece iş-mutluluk ilişkisi hakkındaki naçizane tecrübe ve düşüncelerimi paylaşmaya çalışıyorum. Ve onları çok basit bir şekilde üç madde halinde özetlemem mümkün:

1- Kendi arzunla yapmadıkça bir şeylerden mutluluk duymak bana imkansız gibi geliyor. Dolayısıyla, hem mesai yapıp hem de mutlu olmak emeli biraz abes ile iştigal gibi…
2- Gerçek mutluluk ancak değer üretmek ile mümkün. Sadece kendiniz için en sevdiğiniz şeyleri bile yaparak asla tatmin olamazken, herkes için işe yarar bir şeyler yapabiliyorsanız, lağım ile uğraşıyor bile olsanız mutlu oluyorsunuz (en azından kendi adıma böyle).
3- İnsanı mutlu edeceğine inandığım yukarıdaki iki özelliği; yani özgür yaradılışı ve bireycilikten çok paylaşımcılığa olan eğilimi desteklendiği müddetçe halihazırdaki bireycilik ve çıkarcılık üzerine kurulu sistemimiz çöker! Bu yüzden mutluluğu kişisel gelire feda etmiş durumdayız gibi görünüyor…

Anlaşılan gaza geldim, hikayemizden baya uzaklaştık ama bunları konuşmak gezimiz ile ilgili perspektifinizi oluşturmak açısından oldukça önemliydi bence…

Her neyse, kalan bir kaç gün de bu düşüncelerle geçiyor ve son gün Karayel’i paketliyoruz. Artık son gece. Bin bir hesabın ardından yanıma almaya karar verdiğim her şeyi son bir kez yemek masasının üzerine yayıyorum. Endişe gerçekten had safhada. Bir şey unutup unutmadığımı iki kez daha kontrol ettikten sonra her şeyi çantalara doldurup ne yapacağını bilmez halde uykumun gelmesini bekliyorum.

* * *


VE YOLA ÇIKIYORUM

Tabii ki o gece uyuyamıyorum. Neyse neredeyse yirmidört saatlik uçuşum var, yolda uyurum artık diye düşünüyorum. Sabah olduktan sonra vakit çok hızlı geçiyor. Havaalanında hiç bir sorun yaşamadan işlemlerimi yaptırıp uçağı beklemeye başlıyorum. Eşim Şeyma, arkadaşlarım Sinan ve Bülent de benimle birlikteler. Derken vakit geliyor, vedalaşıp uçağa biniyorum. Dubai aktarmasının ardından ertesi gün akşam saatlerinde Perth havalimanına inişe geçiyoruz.

İşte geldim, inanamıyorum. Dünyanın öbür ucunda, tek başına, bisikletle… Bir kez daha: “N’apıyorum ben!” diye düşününce tüylerim diken diken oluyor ama artık çok geç…

Pasaport kontrolünden kolayca geçiyorum ama sınır polisi neredeyse bir saat boyunca beni sorguya çekiyor. Amaçları kıtaya virüs, mikrop, vs, habitatı bozacak herhangi bir canlı varlık girişini önlemek. Çantaları didik didik edip yiyecek vs arıyorlar. Derken sıra ayakkabılarıma geliyor, tabanında neredeyse mikroskobik inceleme yapıp, son günlerde çamurlu yerlerde dolaşıp dolaşmadığımı soruyorlar. Ardından cep telefonumda pornografik içerik olup olmadığını sorup, hayır cevabımla birlikte telefonumu incelemeye alıyorlar. Bunlar beni geri çevirmeye mi çalışıyorlar acaba diye rahatsız olup hafiften gerginleşmeye başlıyor ama çaktırmamaya çalışıyorum. O sırada beklerken konuşup ahbap olduğumuz sınır polisi Ann-Marie ile sohbeti koyulaştırıyoruz. O da bisiklete biniyormuş ama bir sakatlık yaşadığı için artık çok fazla kullanamıyormuş. Planlarımı anlatınca önce inanmıyor, sonra emin olup olmadığımı soruyor. O da böyle yapınca içimde giderek büyümeye başlayan endişe yeni bir boyut kazanmaya başlıyor. Ama kendimi kontrol edip pek renk vermemeye çalışıyorum. Artık gerçekten sıkıldım, bir an önce bıraksalar diye düşünürken diğer iki polis cep telefonumu inceledikleri odadan çıkıp Ann-Marie ile göz göze geliyorlar. O sırada Ann-Marie; “Tamam bırakın geçsin, bu adam ne yaptığını biliyor” deyip bana göz kırpınca rahatlıyorum. Çabucak dağılmış çantalarımı toplayıp, Karayel ile birlikte kendimi havaalanının dışına atıyorum.

Hava neredeyse kararmak üzere. Önceki gün ne olur ne olmaz diyerek kalacak yer ayırtmıştım. Gerçi bir hostel ama idare eder diye düşündüm. Nelerle karşılaşacağımı bilemediğimden başlangıçta tutumlu olmak istiyorum. Eski bir İtfaiye İstasyonundan bozma olduğunu görünce iyice ilginç gelmiş, fazla düşünmeden rezervasyonu yapmıştım. Şimdi bir yolunu bulup oraya ulaşmam gerekiyor.

ŞUSAN VE RUMMAN, GÖÇMEN CENNETİ AVUSTRALYA

Yolculuğuma başlayacağım Fremantle, Perth’in batısında deniz kenarında bir sahil kasabası. Aşağı yukarı kırk kilometre uzaklıkta. Elimde çantalar ve kutulanmış haldeki Karayel ile “Taksi mi tutsam acaba?” diye sağa sola bakınırken beş on metre ilerimde duran siyahi güvenlik görevlisi kadın halime acıyıp gülümseyerek bana yaklaşıyor.

Selam verip taksi soruyorum, “Taksi’yi boş ver, çok pahalı.” deyip “Uber’in yok mu” diye ekliyor. Gülümseyerek adını soruyorum: “Şusan”. Otuzlu yaşlarında, at kuyruklu güleç bir kadın. Şusan’ın yardımıyla telefonuma Uber’i kurup hemen bir araba çağırıyoruz. Beş dakika süre veriyor. O sırada sohbet ediyoruz. Afrika’dan göçmüş. Benimle sanki yıllardır arkadaşmışız veya akrabaymışız gibi rahatça konuşuyor. Karayel’i gösterip “Bu ne” diye sorunca hikayemi anlatıyorum. Gözleri büyüyüp, kahkahayı patlatırken: “Deli olmalısın” diyor. Ben de neşelenip gülmeye başlyorum, şaka yapmadığını nereden bileyim…

Buradaki arabaların neredeyse hepsi birbirinin aynısı. Hepsi Uzakdoğu markalı ve beyaz. Daha sonra fark edeceğim buraya has pek çok diğer acayip özellik gibi o anda bilmiyorum ama, Avustralya’nın yarısını geçip Adelaide’a varana kadar bir tane bile Avrupa markalı araba görmeyeceğim.

Şöförüm Rumman Pakistan’lı. Daha yarım saat olmadan üç farklı ırktan üç farklı renkte insanla arkadaş oluyorum. Burası gerçekten çok kozmopolit. Rumman da göçmen. Neden diye sorduğumda cevap bilindik: “Geçim Derdi”. Beş yıl Sydney’de yaşamış. Daha sonra oranın hayhuyuna ayak uyduramayıp buraya göçmüş. “Peki mutlu musun” diye soruyorum, “Evet burası daha sakin” diye cevaplıyor. “Hayır, Pakistan’dan geldiğin için mutlu musun?” diye üsteleyince; “Eeeeh” diye başlayıp, “İçi seni dışı beni” babında bir cevap veriyor… Laf lafı açıyor, daha yarım saat olmadan üç arkadaşım olduğunu, buraların insanları açısından şanslı olduğumu söyleyince, “O kadar emin olma” dercesine bir bakış atıyor. Pek anlam veremeyip, yolculuğumdan bahsetmeye başlıyorum. Sydney’den Perth’e karayoluyla geldiğini öğrenince yol hakkında bilgi almaya çalışıyorum ama o da sanki Şusan ile benzer bir: “Deli olmalısın” bakışı atıyor. Yine de sanki biraz deliliğimden etkilenmiş gibi: “Ben de ilk fırsatta Sydney’e bir araba yolculuğu yapmak istiyorum!” diye ekliyor.

Hah, şimdi oldu işte…

DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDA YİNE ERDOĞAN

Yarım saatlik yol boyunca Pakistan’ı ve Erdoğan’ı konuşuyoruz. Cumhurbaşkanımızı oldukça beğendiğini ve .aşaklı bulduğunu söylüyor. İlerleyen günlerde tanışacağım pek çok müslüman göçmenden aynı şeyleri duyacağım ise o sırada aklımdan bile geçmiyor.

Daha soldan trafiğe alışamadan karanlıkla birlikte Fremantle’a varıyoruz. Karayel’i ve çantaları indirip Rumman ile vedalaştıktan sonra hostel’in kapısını aramaya başlıyorum. Biraz saklambaçın ardından şifreli kilidiyle tam karşımda duruyor. Kolu yokluyorum ama açılmayınca kapıyı çalmaktan başka çarem kalmıyor. Kısa bir bekleyişin ardından kapı açılınca karşımda dışarıdaki karanlık sessizlikle yüz seksen derece zıt bir manzara beliriyor. İçerisi o kadar aydınlık ve dinamik ki. Kızlı erkekli bir sürü genç insan yüksek sesli müzik eşliğinde bir sağa bir sola geçip duruyorlar. Bir süre ne yapacağımı bilemeden öylece bakınıyorum. Derken yirmili yaşlarında güzel bir kız gelip: “Yardım ister misin” diye sorunca dünyaya dönüp, rezervasyon yaptığımı vs söylüyorum. Tanışıyoruz, adı Sanna ve kendisi o akşamki nöbetçi müdür…

Kaydımı yaparken bir yandan da bana gerekli bilgileri aktarıyor. Ardından yatakhanedeki ranzamı ve kilitli dolabımı gösterip, ortak mutfaktaki işleyişi anlatıyor. Çabucak Karayel’i güvenli bir yere kaldırıp, alış veriş yapabileceğim bir yer soruyorum. Hem açım, hem su vs almam lazım ve hem de en önemlisi Avustralya’ya uygun bir priz dönüştürücü bulmam gerekiyor.

Neyse ki yakınlarda saat ona kadar açık bir market varmış. Çarşafımı vs serip, çantaları dolaba koyduktan sonra marketi aramaya çıkıyorum. Dışarısı yine karanlık ve çok sessiz. Beş dakikalık bir yürüyüşün ardından marketi bulup, su vs alıyorum, ama priz dönüştürücü yok. Oysa ki en önemlisi o, çünkü o olmadan ne telefonu ne de gps, far vs’yi şarj etmem mümkün değil… Elimde market poşeti , acaba başka açık bir yer var mıdır diye turlamaya, içgüdülerimi dinleyip kasabanın işlek yerlerini bulmaya çalışıyorum.

Derken bir iki insan görüyorum. Onları takip edince sayıları önce üç dörde, sonra beş ona çıkıyor. Derken kasabanın merkezine ulaşıyorum. Ufak tefek restoranlarıyla, bayağı şirin bir sokak buluyorum. Bu haliyle burası bayağı turistik bir yere benziyor. Zaten hostel de full’dü… Gelmişken karnımı doyurmaya karar veriyorum. Lokantaların vitrinlerini kolaçan ederken, birisinde spagetti görüp hemen dalıyorum…

UYDURUK SPAGHETTI’YE YİRMİBEŞ DOLAR

Makarna fena değil ama güzel de değil. Yalnız fiyatı müthiş! Bir lokma uyduruk spagettiye yirmi beş dolar verince biraz canım sıkılıyor. “Münferit bir şey” herhalde diyerek kendimi pışpışlayıp hostele dönmek için yola çıkıyorum. Şansıma yolda açık bir büfe ve büfede de priz dönüştürücü buluyorum.

Hostelde parti aynen devam. Her yerde aşırı bir enerji, ortalık ot kokusundan geçilmezken gençler tapagaz eğleniyor. “İyi de ben iki gece burada nasıl uyuyacağım?” diye düşünmeden edemiyorum.

Ama yol yorgunluğu ağır basıyor ve ranzama çıkar çıkmaz yarı uyku, yarı baygınlık yatıp kalıyorum.

Gözümü açtığımda ilk başta nerede olduğumu anlayamıyorum. Her yer zifiri karanlık. Gece boyunca partileyen gençler ertesi akşama kadar uyuyabilmek için bütün camları battaniyelerle kapatmışlar.

El yordamıyla yataktan inip, yatakhaneden salona geçince önceki akşamki ile taban tabana zıt bir yer ile karşılaşıyorum… Evet burası dün akşam geldiğim yer ama şu anda burada hiç yaşam belirtisi yok… Bir an ne yapacağıma karar veremeyip öyle aptal aptal bekliyorum. Sonra aklıma kahve içmek geliyor ve mutfağa doğru yollanıyorum. Kahve zihnimi açıyor, yeniden düşünebilmeye başlıyorum.

Geleli daha bir gün olmadı ama kendimi şimdiden çok uzakta ve yalnız hissetmeye başladım. Hiç hoşuma gitmiyor… Düşünceler içimi karartınca kendimi dışarı atıyorum. Hava güneşli ve güzel. Yürümek beni kendime getiriyor. Kasabayı, sahilini ve sokaklarını keşfe çıkıyorum.

INDY-PACIFIC YARIŞÇILARI… YARIŞMAK VE BEN…

Yürürken birden arkamda Karayel’inkine benzer o tanıdık ve çok özel rulman sesini duyuyorum. Akabinde yanımdan iki bisikletli geçiyor… Evet, sanırım bunlar Indy-Pacific yarışçıları. Bisikletlerinden ve özellikle de duruşlarından belli… Aynı gün yola çıkıp, Avustralya’yı baştan başa geçmek için aynı rotayı yapacağız ama onlar birbirleriyle yarışıyor olacaklar, bense kendimle…

Yine de aramızda hiç bir yakınlık hissetmiyorum. Tamamen ayrı dünyaların insanlarıyız. Oldum olası yarışlardan hoşlanmıyorum. Aslında her meydan okumanın iki boyutu var: biri “kazanmak”, diğeri “başarmak”. Yarışlar “kazanmak”la ilgili. Başkaları ile rekabet ediyorsun ve her kazananın yanında bir de kaybedenler var… Oysa ki benim sevdiğim “başarmak”. O sırada sadece kendinle rekabet ediyorsun ve her başarısızlığın ardından yeniden başlayabildiğin sürece kaybetmek diye bir şey söz konusu değil. Zaten sizi bilmem ama; İngilizce’de “Yarışçı” anlamına gelen “Racer” ile “Irkçı” anlamına gelen “Racist” kelimelerinin aynı kökten türemiş olması bana her şeyi anlatıyor.

Peki bu zamanlama neden öyleyse. Çünkü onlar için de benim için de bu zorlu yolu yapabilmek için yılın en uygun zamanındayız. Aslında aklımdan bir gün geç çıkmak da geçmiyor değil. Çünkü zaten kısıtlı olduğunu okuduğum konaklama imkanlarını bir de onlarla paylaşmak istemiyorum… Her neyse, zaten onlar biraz deli, günde sadece bir-iki saat uyuyorlar. “Başlangıçta biraz ağırdan alırsam onlar çoktan geçip gitmiş olurlar.” diye düşünüyorum…

Bir kafe bulup kavhavltı ediyorum… Her şey yine ateş pahası! Bir an önce yola çıkıp bu turistik fiyatlardan kurtulsam iyi olacak…

Hostele dönüp Karayel’i kurmaya, ertesi sabah yola çıkmadan önce bir deneme sürüşü yapmaya karar veriyorum. Öğlen olmak üzere ve sıcak basmaya başladı. O yüzden ağırdan alıyorum. Öğlen sıcağında sürüş yapıp pişmeye pek niyetim yok.

Kutuyu açıp, her vidayı sıkmam bir iki saatimi alıyor. Biraz daha oyalanıp saat dört gibi yola çıkıyorum. İlk hedefim Fremantle’ın en batı ucundaki Deniz Feneri… Dalgakıranın ucunda çok güzel kırmızı bir fener. Etrafında da balıkçılar…

Arkasına geçip, aşağı inerek Hint Okyanusu’nun enginliklerine bakıyorum. Bir aksilik olmazsa bir süre sonra aynı şekilde Pasifik Okyanusu’nun enginliklerine bakacağımı düşünürken, “bir aksilik olmazsa” ibaresi arka fonda daha bir belirginleşiyor sanki…

Bu düşünce ile canım sıkılınca hemen çıkıp Karayel’e atlıyorum. Bisiklete binmek sanki her kötü düşünceye deva… Çok rüzgar var ama sürüş yine de iyi geliyor. Bir süre sonra gps’i açıp kasabanın güneyine doğru yol almaya başlıyorum. Sanna’nın dediğine göre orada çok güzel plajlar varmış. Bir de yine kasabanın güneyinde bir bisikletçi var. Karayel’i kurdum ama o kadar kilometre yol yapmadan önce son bir kez elden geçsin istiyorum.

Kasabayı azıcık çıkınca deniz kenarında nefis bir bisiklet yolu buluyorum. Sağ tarafımda bembeyaz kumlarıyla uçsuz bucaksız plajlar, sol tarafımda ise yemyeşil parklar. Bana Suadiye sahili hatırlatınca birden burnum sızlıyor ister istemez. Garip bir şekilde duygularım üzerindeki kontrolüm azalmaya başladı ve bu beni çok rahatsız ediyor…

Manzara o kadar güzel ki, fotoğraf çekmek için sık sık durmak zorunda kalıyorum. On kilometre sonra bisiklet yolu bitince dönüşe geçip, bisikletçiye varıncaya kadar da durmuyorum.

Minik ama güzel bir dükkan. Bugün Indy-Pacific yarışçıları için epey çalışmışlar ve benim de onlardan birisi olduğumu düşünüyorlar. Öyle olmadığımı anlatmak, daha doğrusu neden yarışmadığımı anlatmak zor geldiği için bozuntuya vermiyorum. Kontrolleri çok fazla sürmüyor, Karayel’in her şeyi tam da olması gerektiği gibi, artık yola çıkmamız için hiç bir engel yok…

Pek bir şey yapmadıkları için para almak istemiyorlar ama ben yine de minik bir bahşiş bırakıp tekrar yola koyuluyorum. Bu sefer kasabanın kuzeyine doğru şöyle kırk elli kilometre bir yol yapmak niyetiyle pedallara asılıyorum.

HARİKA BİR BAŞLANGIÇ

Günlerden Cuma ve artık saat beş. Herkes paydos edip plajlara üşüştüğü için yolda bayağı bir kalabalıkla boğuşuyorum. Üstelik güneye giden o güzel bisiklet yolu maalesef kasabanın çıkışından sonra kuzeye doğru devam etmiyor. Üstelik yol kenarındaki emniyet şeridi de otuz santimden bile dar.

Soldan gitmek zaten kafamı karıştırdığından bir de yol dar ve kalablık olunca sürüş iyice can sıkıcı olmaya başlıyor. Bir on kilometre gittikten sonra geri dönmeye karar veriyorum. Yolun karşısına geçip, araçlarla sıkıntı yaşamamak için kaldırımdan sürmeye başlıyorum. Yalnız kaldırım da sürekli ara yollarla kesildiğinden inip inip çıkmak bayağı sıkıntı veriyor. İn çık, in çık derken konsantrasyonumun iyice dağıldığı bir anda ön tekerim bir mazgala giriyor ve tepetaklak düşüyorum.

Sol dizimin derisi epey sıyrılmış ve ciddi şekilde kanıyor. Üzerindeki kontrolümün zaten azaldığı duygularım iyice şahlanıyor. Hem öfkeden deliye dönüyor, hem de uzakta ve yalnız olmanın çaresizliğinden ne yapacağımı bilemez halde, gelip geçerken garip gözlerle bana bakanlara “İyiyim, iyiyim, bir şeyim yok” diyorum.

Bir kaç kez derin nefes aldıktan sonra Karayel’i kontrol ediyorum. Gps daha önceden belirlediğim şekilde evdekilere ve Sydney’deki arkadaşım Ant’a kaza sinyali göndermiş. Şimdi bir de onları arayıp bir şeyler uydurmam gerekiyor; öyle ya daha yola çıkmadan düştüm dersem yol boyunca kafayı yerler herhalde…

“İyiyim, merak etmeyin sadece gps’i deniyorum” diye mesaj atıp, hostele doğru yola çıkıyorum. Henüz Karayel’e çantaları takmadığım için yanımda ilk yardım malzemesi de yok. Dizim hem sızlıyor, hem de kanıyor. Ve daha kötüsü kendimi gerçekten de bok gibi hissediyorum. Kafamın içinde: “Gerçekten harika bir başlangıç oluyor!” cümlesi hiç durmadan resmi geçit yapıyor…

O sinirli nasıl olduğunu anlamadan hostele varıyorum. Dizime pansuman yaptıktan sonra son derece moralsiz bir şekilde ranzama çıkıp uyumaya çalışıyorum. Ama ne fayda. Bir türlü uyku tutmuyor.

Gece yarısını biraz geçerken kalkıp otçu gençlere biraz bakıyorum. Çok mutlu gibi görünüyorlar ama nedense içimden bir ses çok mutsuz olduklarını söylüyor. Derken içlerinden üç tanesi ki üçünün adı da Thomas gelip beni tebrik ediyor ve aralarında hatıra selfiesi çektiriyorum.

Parti de açmayınca tekrar ranzaya dönüp uzanıyorum. Duygularım karma karışık. Hem korkuyorum, hem heyecanlıyım, hem de gerginim. Dizim sızlıyor, canım sıkkın. Bir an önce sabah olsun da yola çıkayım, ne olacaksa olsun istiyorum…
SIKINTI VE İLK MUCİZE

Sabaha karşı uyanıyorum. Saat dört buçuk. Az sonra başlayacağım şeyin düşüncesi bıçak gibi kafama saplanıyor. Ama sanki buzdan bir bıçak. Hayallerimi süsleyen o güzel yolculuk nasıl oldu da böylesine bir Cezaya dönüştü bir türlü anlam veremiyorum.

Yatakta kalıp bunları düşünmeye devam edemem yoksa… Kendimi zorla ranzadan aşağı atıyorum. Kimseyi uyandırmamaya çalışarak eşyalarımı toplayıp yatakhaneden çıkıyorum. Salonda sızmış bir iki kişi var ama varlığımdan haberdar olmaları imkansız göründüğü için rahat rahat hazırlanmaya başlıyorum.

İşte oldu. Her şey hazır. Ama nedense sanki yola çıkmak için veya belki de çıkmamak için bir şeyler olmasını bekliyorum. Ama hiç bir şey olmuyor. Saat yediyi gösterirken hem vucudumu, hem de zihnimi zorla ittirip kendimi dışarıya atıyorum.

Güneş tam karşıdan doğruca gözlerimin içine giriyor. Hava güneşli ama biraz soğuk gibi. Hayır, aslında sanki yalnızlıktan benim içim üşüyor… Hiç böyle hayal etmemiştim ama iç sıkıntısıyla başlangıç vuruşunu yapıp pedala basıyorum. Bir, iki, beş on metre gitmişken ilk mucize gerçekleşiyor…

Tam gps’i kurcalayıp hangi yoldan gideceğimi bulmaya çalışırken karşı yönden hızla bana doğru gelen bisikletli bir genç görüyorum. Beni geçer geçmez bir U dönüşü yapıp yanımda beliriyor Tom. Ve hiç beklemediğim bir soru soruyor: “Sydney’e mi?”

Şaşkınlıkla ne diyeceğimi bilemeyip gülerek; “Evet ama önce Mundaring’e varmam gerek!” diyorum elli kilometre ötedeki kavşak noktasını kast ederek. Sanki içimdeki kopkoyu yalnızlığı hissetmiş gibi hiç beklemeden yapıştırıyor cevabını: “Seninle gelebilir miyim?” ardından sanki itiraz etmemi engellemek ister gibi; “Oraya giden kestirme bir yol biliyorum!” diye ekliyor.

Şaşkınım ama daha çok mutluyum. Daha bir iki saniye önce önündeki kavşaktan sağa mı yoksa sola dönmeyi seçmesi bile koca bir yük haline gelmiş adam kılıklı koca bir çocuktum…

Mavi gözleri parlıyor Tom’un. Hafiften toplu ve afacan bir havası var.

“Nasıl bildin Sydney’e gittiğimi?” diye sorunca anlatmaya başlıyor. Sabah altıdan beri buralarda turalayıp duruyormuş bir “Indy-Pacific” yarışçısı yakalayıp bir süre yanlarında sürebilmek için. Bunu duyunca keyfim kaçıyor ve her ne kadar benimle birlikte sürmesini çok istesem de bağrıma taş basıp gerçeği söylemeye karar veriyorum.

HE IS AN UN-OFFICIAL!

Daha lafımı bitirmeden gözleri parlıyor; “İnanamıyorum, sen bir Un-official’sın!” diyor ve tam o sırada karşı yönden gelip yanımızdan geçmekte olan bir grup bisikletliye beni göstererek çölde su bulmuş gibi bağırıyor; “He is an Unofficial!”.

Wow naraları arkamızda kalırken bana dönüp heyecanla ekliyor: “Biliyor musun bu yılki tek Un-official sensin!”.

Şaşkınım ve ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Tek yapabildiğim dürüstçe davranıp, ama bir yandan da bu heyecanlı ve kibar çocuğu kırmamak için özür dilercesine, yarışçı olmadığımı itiraf etmek ve yarışlar hakkındaki fikirlerimi anlatmak oluyor. Başkaları ile rekabet etmeyi değil, içimdeki hainle rekabet etmeyi sevdiğimi söylüyorum. Önemli olanın kazanmak değil, başarmak olduğunu, kazanmanın sadece kapitalist sisteme hizmet eden bir maşa olduğuna inandığımı ekliyorum. Yarışma rotasının özgürlüğü yok ettiğini, derece yapmak uğruna önceden çizilmiş bir rotaya esir olmaktan hoşlanmadığımı anlatıyorum. Vs, vs…

Ben hayal kırıklığı beklerken , Tom’un gözleri daha da bir parlıyor ve: “That’s it!” diyerek bendeki karşılığı “Budur!” olan cevabını patlatıyor. Şimdi daha da şaşkınım…

Heyecanla ve biraz itiraf edercesine devam ediyor Tom; “Dün yarışçılarla beraberdik. Bir kafede toplanmış konuşuyorlardı. Biz de takılıp dinledik.” dedikten sonra susup bekliyor. Ben de dayanamayıp; “Ve?” diye sorunca muzurca gülerek cevaplıyor; “Çok fazla testosteron!”…

O andan itibaren sanki yıllar sonra birbirini bulmuş kırk yıllık iki eski dost gibiyiz. Yol altımızda kayarken laf lafı açıyor. Tom bir Elektrik Teknisyeni ve Perth Havalimanı’nda çalışıyor. Uzun yıllar Sydney’de yaşadıktan sonra bir kaç yıl önce Perth’e göçmüşler. “Sydney’den sonra Perth biraz sakin geldi” diyor ve ekliyor: “Ama sakinliğin de kendine has güzellikleri var!”. Bisiklete binmeyi çok seviyor. Ama sadece binmek gibi değil, gündelik hayatın ardından ikinci sırada gelen bir yaşam tarzı gibi; ufak geziler, sökmeler takmalar, parçalar, markalar, yarışlar, yarışçılar… Ve tabii ki her yıl Perth’den başlayıp Sydney’de biten Indy-Pacific; yani dünyanın en çılgın ultra bisiklet sürücülerini buluşturan etkinliklerden birisi olan beş bin küsür kilometrelik “Indian Pacific Wheel Race” onun için büyük bir olay.

Her ne kadar yarışmalardan hoşlanmasam da Indy-Pacific Tom ile karşılaşmamıza vesile olduğu için sevinçliyim. Tahtırevallideki çocuklar gibi lafı bir alıp bir vererek sohbete devam ediyoruz. Kısa sürede konu bisikletten uzaklaşıp gündelik hayatlarımıza kayıyor. Ve sıradan sandığımız hayatlarımızın, aslında dünyanın başka köşelerinde yaşayanlar için hem ne kadar tanıdık hem de bir o kadar ilginç olabileceğinin farkına varıyoruz şaşkınlıkla. Galiba önemli olan frekansı tutturabilmek…

Pedallamaktan ve sohbetten hafif şiddette kafayı bulmuşken aniden arkamıza iki bisikletli daha takılıyor. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken Tom selamlaşıp, sohbet etmeye başlıyor. Ardından beni de Mark ve Nick ile tanıştırıyor. Anladığım kadarıyla onlar da sabah Indy-Pacific yarışçısı avına çıkmış ama bir şey yakalayamamışlar.

Dört bisikletli yollarda akmaya devam ediyoruz. Yol gerçekten beklemediğim kadar karışık. Zaten önümüzdeki günlerde Avustralya’da hiç bir şeyin beklediğim gibi olmadığını zor yoldan öğreneceğim…

SADECE ELLİ KM’NİN ARDINDAN MAHRUMİYET BÖLGESİNE GİRİŞ

Dere tepe derken öğlene doğru Mundaring’e varıyoruz. Az önce söylediğim gibi bir kavşak kasabasının daha büyük olmasını beklerdim ama burası hiç de öyle değil. Tom ve diğerleri beni kasaba parkındaki sebile götürüyorlar. Su içip, mataraları dolduruyoruz. Hava gerçekten çok sıcak olmaya başladı, su tedariki önemli…

Mark ve Nick dönüyorlar. Ben de Tom’a bir şeyler içelim deyince beni kırmıyor. Perth ve Fremantle oldukça modern yerlerdi. Yalnız daha sadece elli kilometre uzaklaşmış olmamıza rağmen etrafta bir mahrumiyet havası esmeye başlıyor. Kasabadaki tek otelin mutfağı kapalı. Tom: “Bir de Kafe vardı orayı deneyelim” diyor…

Neyse ki orası açık. Bir şeyler alıp oturuyoruz. Tom beni yan masadaki çifte de tanıştırıp yapmaya çalıştığım şeyi anlatıyor. Onlardan da abartılı bir tepki alınca işkillenmeye başlıyorum… Yani evet biraz zor bir şey yapıyorum ama o kadar da acayip bir şey değil. En kötüsü gideceğin yolu azaltır, yavaş yavaş gider bitirirsin, falan filan yani…

Tom ile ayrılmaya çalışıyoruz ama olmuyor. Şöyle kafasını kaşıyıp; “Ben de zaten yakındaki arkadaşlarımı ziyaret edecektim, seninle biraz daha geleyim.” deyince ışık hızıyla “Süper.” diye cevaplıyorum.

Tekrar yola düşüyoruz. Neredeyse öğlen oldu ve sıcaklık otuz dört derece. Hoş beş sohbet derken bir yirmi beş kilometre daha gidiyoruz ve artık ayrılık vakti geliyor. Sosyal medya hesaplarımızı paylaşıyoruz. Türkiye’den ayrılmadan önce Sinan’ın incelikle düşünüp yanıma kattığı Türk bayraklı ve nazar boncuklu küçük yapıştırmalardan hediye ediyorum. Tom bayrağı bisikletine yapıştırıyor, nazar boncuğunun da ne işe yaradığını anlatıp, bir kaç aylık olduğunu söylediği kızının odasına koymasını tavsiye ederken duygu yüklü anlar yaşıyoruz.

Ve sola dönen yola girip kayboluyor…

Orada öylece durup biraz bekliyorum. Sanki rüyada gibiyim. Dünyanın öbür ucunda, farklı bir mevsimde, alışık olmadığım pek çok şeyin ortasında ve bir başımayım. Gerçekten de rüyadan farklı olmayan garip bir gerçek-dışılık hissi yaşıyorum.

Yalnız sabaha göre çok daha iyi olduğum kesin. Tom tam dipte hissederken gelen mucize gibi bir şeydi. Evet şimdi çok daha iyiyim. Keyiflenince uyuşukluğum da geçti. Kendimi güçlü ve kuvvetli hissediyorum. Şimdi tek yapmam gereken bisiklet sürmek, yani çantada keklik…

SICAK, SICAK VE SICAK

Ama öyle olmuyor tabii ki… Sıcak üzerime bastıkça basıyor. Üç mataramı da doldurmuştum ama yine de ağız tadıyla içemiyorum. Çünkü yol boyunca Tom ile sohbet ederken pek aklıma takılmasa da, yine de dipten dibe hissettiğim bir düşünce artık iyice belirginleşmeye başlıyor.: Perth’ü geride bıraktığımızdan beri Mundaring dışında ne bir ev gördük, ne bir benzinci, ne de bir mola tesisi… Sadece yol, çayırlar ve ağaçlar var… Yol dediğimiz de haritada otoyol olarak geçiyor ama bildiğin iki şeritli yol ve kırk yılın başında bir araba geçiyor…

Sanki Tom’un geri dönmesiyle birlikte bütün medeniyet de çekip gitmiş gibi… Gittikçe gidiyorum ama nafile. Yol, yol, yol, başka hiç bir şey yok… Sabahtan bu yana aşağı yukarı seksen kilometre geldim. Öğlen için yüz yirminci kilometredeki Northam’da mola vermeyi akşam da yüz sekseninci kilometredeki Cunderdin’de kalmayı planlamıştım. Mundaring’de oyalandığımız için biraz da olsa planın gerisindeyim ve ilk günden bilmediğim bir ülkede gece trafiğine kalmak istemediğim için iyice konsantre olup pedallara asılıyorum.

Her şey o kadar biribirinin aynısı ki bir türlü ne kadar yol aldığım hissi oluşmuyor. Çok garip ama kilometre saati olmasa ne saati, ne de nerede olduğumu çıkaramayacakmışım gibi hissediyorum. Zaten sıcak da beynimi jöleleştirdiği için sadece pedal çevirip aval aval sağa sola bakıp değişik bir şeyler görmeye çalışarak geçirdiğim iki saatin sonunda Northam’a giden beş kilometrelik yolu gösteren tabelayı görüyorum.

Bu kadar iptidai bir yerde yol neden kasabanın içinden geçmiyor ki? Garibime gidiyor ama yapacak bir şey yok. Açlıktan ölüyorum, kasabaya gidip bir şeyler yemem, neredeyse boşalan mataraları da doldurmam lazım.

Rota çalışmalarımdan bildiğim kadarıyla Northam yoldaki büyük kasabalardan birisiydi. İyi ama o zaman beş kilometre geldiğim halde neden göremiyorum? Biraz daha gidiyorum, sonunda bir iki tane tek katlı ev görüyorum. Biraz daha gidince bir iki tane daha. Ama benim bildiğim anlamda, şöyle merkezi, hafiften kalabalığı vs olan bir şey piyasada yok!

MC DONALD’S: MEDENİYET

Biraz daha kurcalayınca bir iki sokak bulup dalıyorum. O da ne! Daha önce bir Mc’Donalds görünce bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. Gerçi sıcağın altında biraz fazla tek başına ve terk edilmiş gibi duruyor ama…

Tam sevinçle karnımı doyurmaya giderken bir de bakıyorum ki arka teker patlamış. İnanamıyorum. İstanbul-Ankara, Antalya-Adana yaparken bir kere bile patlamayan teker, daha yüz kilometre bile yapmadan patlamış… Karayel’i yedeğime alıp yürüyerek devam ediyorum. Yol boyunca heyecandan pek anlamamıştım ama inince fark ediyorum ki bayağı yorulmuşum.

İçeride uyuklayan tezgahtardan başka hiç kimse yok. Neyse ki hamburger ve patatesler aklımdaki can sıkıcı bütün düşünceleri bir süreliğine de olsa askıya alıyorlar… Ben yemeğimi yerken iki üç çocuk geliyor. Sanki dışarıdaki sıcaktan kendilerini içeriye zor atmış bir halleri var. Garibime gidiyor. Günlerden Cumartesi ve ortalıkta kimse yok…

Yemeğimi bitirince sıkkın görünen çocuklara yaklaşıp kasabada bisikletçi olup olmadığını soruyorum. Cevap olumsuz. “Peki” diyorum, “Sizin bisikletiniz yok mu?”. Şöyle bir bakışıp; “Var.” diyorlar. “Peki bisikletiniz bozulunca ne yapıyorsunuz?”. Yine birbirleriyle bakışıp; “Perth’e tamire götürüyoruz.” diyorlar. “Nasıl yani, ufacık bir parçaya ihtiyacınız olsa bile, yüz yirmi kilometre yol mu gidiyorsunuz?” diye üsteliyorum. Çok garip bir şey sormuşum gibi bakarak “Evet” diye cevaplıyorlar. Şaşırmama rağmen uzatmadan teşekkür edip, kafamda garip düşüncelerle lastiği değiştirmeye gidiyorum.

Dış lastiği söküp uzun süre incelememe rağmen tekeri patlatan şeyi bulamıyorum. Canım sıkılıyor çünkü diken vs her ne ise dış lastikte gizli kalıp, yeni taktığım iç lastiği de patlatabilir ki giderek daha da ürpermeme sebep olan bu mahrumiyet bölgesinde bu hiç de istediğim bir şey değil. Üstelik dış lastikler piyasadaki en dayanıklı dış lastiklerdendi. Neyin bu patlağa sebep verdiğini bilememek beni çok rahatsız ediyor.

Tekrar yola düşüyorum. Tekerle uğraşırken saat dört buçuk olmuş. Altmış kilometre yolum var ve hava kararmadan varmak istiyorsam elimi çabuk tutmam gerekiyor… Neyse ki sıcak biraz azaldı. Gökyüzüne bakıp minik bir dua mırıldanıyorum: “İnşallah lastik yeniden patlamaz.”…

Duam işe yarıyor, lastik patlamıyor. Uçsuz bucaksız yolda gittikçe gidiyorum. Gidiyorum. Gidiyorum…

İKİSİ BİR ARADA: ISSIZLIK VE KARANLIK

Cunderdin’e on kilometre kala hava kararıyor. Hava kararınca ıssızlık da yeni bir boyut kazanmaya başlıyor. Farları yakıyorum ama o uçsuz bucaksızlık içinde minikliğimi sanki daha da arttırıyorlar. Bir an önce varabilmek için hiç durmadan pedal basıyorum.

Ne arkamdan, ne de karşıdan gelen bir araba var. Tekerlerin asfaltta dönmesiyle çıkan sesin dışında hiç bir şey duyulmuyor. İşte tam o sesle hipnoz olmuş bir halde giderken aniden sağ tarafımdaki çalılıklardan gelen bir hışırtı ile irkiliyorum. O sessizlik içinde o kadar net duyuluyor ki fark etmemek imkansız. Anında hızlanıyorum. Bacaklarım sanki benim değil, deli gibi pedal çevirerek ne kadar gittiğimi bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var o da hışırtının bir süre peşimden geldiği…

Aklım “Neydi acaba?” diye arkada kalırken, gözlerim de sürekli önümdeki yolu kesiyor “Acaba karşıma bir şey çıkacak mı?” diye.

Heyecanlı bir yarım saatin ardından farım “Cunderdin” tabelasının fosforlarını parlatınca derin bir nefes alıyorum… Alıyorum almasına da…

Tamam tabela burada. Peki ama kasaba nerede ?!

Biraz daha gidiyorum… Bir şey yok… Biraz daha… Tam “Acaba görmeden geçmiş olabilir miyim?” diye düşünürken ileride sönük bir ışık görüyorum.

Tünelin ucundaki aydınlık gibi çekiyor beni kendisine. Yaklaştıkça anlıyorum ki minik bir benzin istasyonuna gelmişim. Sağa sola bakınca tek görebildiğim şey karşısındaki nereye gittiği pek de belli olmayan ince ve stabilize bir yol oluyor.

Karayel’i benzincinin duvarına yaslayıp, kapıdan içeri giriyorum. Girmemle birlikte bir kapı zili çalıyor. Boş rafları olan küçük dükkanda kimse yok… Derken içeriden Hintli bir genç çocuk çıkıp sanki her şey son derece doğalmış gibi: “Buyrun ne istemiştiniz?” diye sorunca kekeliyorum; “Buralarda gece kalabileceğim bir yer var mı?”.

“Evet, bir Pub var, bir de Karavan Parkı” deyince, özellikle de “Pub” lafını duyunca içimin yağları eriyor ama etrafta hiç ışık görünmediğini hatırlayınca meraklanıp soruyorum; “Nerede?!”.

Benzincinin karşısındaki ince stabilize yolu gösterip; “O yolu takip et, ikisi de karşına çıkacak.” deyince fazla uzatmadan teşekkür edip çıkıyorum.

Çıktım çıkmasına da git git bir şey göremiyorum. Üstelik saat daha sekiz bile değil ama ortalıkta bir tane bile insan evladı yok. Sonradan öğreneceğim ki buralarda “Kasaba” kavramı oldukça farklı…

“ÇAKMA AY ÜSSÜ”NDE GECELİK KONAKLAMA TAM YÜZ DOLAR!

Bir iki tane tek katlı binanın yanından geçiyorum ama Pub’a benzer bir şey yok… “Karanlıkta görmeden geçmiş olabilir miyim acaba?” diye düşünüp geri dönüyorum. Benzinciye varana kadar karşıma yeni bir şey çıkmayınca tekrar denemeye karar veriyorum. Biraz daha zorlayınca ileride Mundaring’den beri ilk defa iki katlı bir bina görüyorum. Biraz yaklaşınca meşhur Pub karşıma çıkıyor. Ve aynı anda neden onu bulmakta bu kadar zorlandığımı anlıyorum. Çünkü orada bir Pub olduğunu düşündürecek hiç bir ışık, tabela, işaret vs olmadığı gibi buranın pub olduğuna inanmama yarayacak şekilde içeride insan da yok. Yani burası olsa olsa bizim İstanbul’daki apartmanın yönetim toplantısının yapıldığı salon kadar sosyal bir ortam olabilir. Dikkatlice bakıp arka köşede oturan bir iki kişiyi -sonradan tahmin ettiğim kadarıyla Cumartesi akşamı olduğu için dışarı çıkmışlar- fark edince biraz daha rahatlıyorum ama şaşkınlığım yine de geçmiş değil. Çok değil, şunun şurası medeniyetten sadece yüz seksen kilometre uzaklaştık ama sanki Ay’a gelmiş gibiyim…

Neyse ki bir bar, ve arkasında da güzelce bir genç kız var. Ümitle yaklaşıp merhabalaşıyorum. Biraz perişan göründüğüm için; “Acıyarak bakar herhalde” diye beklerken, odaya ihtiyacım olduğunu söyleyince gözleri parlıyor.

Şevkle önündeki defteri açıyor ve anında: “Sana 1 numarayı verebilirim.” diyor. “Ya kalacak bir yer bulamazsam” endişelerinin ardından içimin yağı eriyor ama bu kadar kolay olması da garibime gitmiyor değil. İşkillenip “Ücret ne kadar?” diye sorunca nasıl bu kadar kolay olduğunu anlayıveriyorum; Allah’ın unuttuğu, Ay’dan bozma bu yerde bir gecelik oda fiyatı tam “Yüz dolar!!!”.

Sonradan fark ediyorum ki ister istemez kaşlarım havaya kalkmış… Tekrar deniyorum ve yine aynı cevabı alınca; “Buralarda kalabileceğim başka bir yer var mı acaba ?” diye soruyorum. “Karavan parkı var. Bir iki tane “Kabinet”leri olacaktı, bir dene istersen, ama onlar da altmış dolar ve duş tuvalet yok.” diyor kendinden emin bir şekilde göz kırparken.

Az önce havaya kalkmış kaşlarım bu sefer çatılmış halde, yorgun argın, aç bi-ilaç tekrar bisiklete binmek öyle zoruma gidiyor ki. Ama yapacak bir şey yok. Yüz dolar çok büyük para ve her gece bu kadar verirsem bu turu bitirmem mümkün değil…

Karavan parkını arıyorum ama etraf o kadar karanlık ki bir şey bulmak pek mümkün değil. Derken asfalt ta sona erince yelkenlerim düşüyor. Bu günlük dayanma gücümün sınırına geldiğim gerçeği üzerime buz gibi çöküveriyor.

Gerisin geri dönüp, tıpış tıpış Pub’a yollanıyorum. O anda aradaki kırk dolar fark, duş ve tuvaleti düşününce sudan ucuz geliyor. “Bu gecelik böyle idare edelim, önümüzdeki günlerde bir şeyler yaparız.” diyerek kendimi pışpışlayıp, tekrar paragöz ablamızın karşısına geçiyorum.

Beni görünce pişkin pişkin gülerek kaşlarını kaldırıyor. Fazla söze gerek yok, ben de cevaben kaşlarımı kaldırıyorum ama omuzlarım düşmüş vaziyette. Sanki son hamleyi yapmak istermişçesine; “Eğer bir şeyler yemek istiyorsan elini çabuk tut, mutfak kapanmak üzere…” diyor anahtarı uzatırken.

Sessizce anahtarımı alıp, öyle olmadığına adım kadar emin olsam da; “Burada, bu fiyata olsa olsa saray yavrusudur her halde” diyerek, kendimle kaybedeceğime emin olduğum bir iddiaya girerek odama yollanıyorum.

İçten içe tahmin ettiğim gibi… Karanlıkta odayı bulmam epey bir zaman alıyor. Pub binasının arka bahçesinde, elli metre ileride, bir sıra prefabrik oda ile karşılaşıyorum. Ve neden bana 1 numarayı verdiğini anlıyorum, çünkü diğer odaların tamamı boş…

Bisikletin farını söküp kilidi aydınlatarak kapıyı açmam bir iki dakikamı alıyor. Ve içeriden gelen bayat havayı koklayarak odaya giriyorum. Evet, gerçekten tam bir saray yavrusu…

Oda ne kadar sade ve lüksten uzak olsa da, duş ve tuvalet kendimi kral gibi hissetmem için yeterli oluyor… Duşun altına girmemle birlikte, hem bilinmezlerden, hem sıcaktan, hem de onca yoldan gerçekten ne kadar yorulduğum gerçeği bir anda üzerime çöküveriyor.

Duygularım çok karışık. Sıcak su mükemmel bir şekilde fiziki yorgunluğumu alıyor ama sanki Mars’a gelmiş gibi hissediyorum. Etrafta ne insan, ne de doğru dürüst bir dükkan vs var… Can sıkıntısıyla bunları düşünürken, kızın son sözlerini hatırlıyorum; eğer karnımı doyurmak istiyorsam kendimi duşun hipnozundan kurtarmam gerek. Bunu düşününce daha da sinirleniyorum ama yapacak bir şey yok. Tanrıların banyosuna son vermem gerek. Neredeyse ağlayarak banyodan çıkıp Pub’a doğru yollanıyorum.

BİRİSİNİN BEDELİ ÖDEMESİ GEREK

İçerideki iki kişinin hala durduğunu görünce seviniyorum… Sanki o iki kişi beni uzaydan dünyaya bağlıyormuş gibi hissediyorum… Masalardan masa beğenip oturuyorum. Menüyü açıp bakıyorum. Ve tam tahmin ettiğim gibi; her şey acayip pahalı!

O kadar açım ki canım menüde ne varsa yemek istiyor. Ama önümdeki uzun yolu ve daha ilk günden karşılaştığım sürprizleri düşününce ayağımı yorganıma göre uzatmaya karar verip sadece biftek ısmarlıyorum. Zaten makarna ile aynı fiyat… İlerleyen günlerde fark edeceğim ki et buradaki nispeten ucuz şeylerden birisi.. Ama lütfen dikkat; ucuz değil, nispeten ucuz!

Açlık ve karamsarlık ile geçen bir on beş dakikanın ardından kız yemeğimi getirince, dayanamayıp aklımdan geçenleri söyleyiveriyorum ve hayatım boyunca hiç unutamayacağım şu diyaloğu yaşıyoruz;

  • Böyle Allah’ın unuttuğu bir yerde bir oda neden bu kadar pahalı?
Gülümseyerek ve bilmiş bilmiş cevaplıyor: “Oda beş para etmez ama, civarda başka yok da ondan!”.

“Yerse!” demeye getiriyor anlayacağınız… Bense hala saf bir şekilde konuşmaya devam ediyorum;

  • “Böyle söylerken, yani bir başkasının zor durumundan faydalanırken hiç rahatsız olmuyor musun peki?!”
Sanki bunu söylememi bekliyormuş gibi cevabını yapıştırıyor; “Tabi ki olmuyorum, birisinin de benim burada yaşadığım boktan hatın bedelini ödemesi gerek, öyle değil mi?!”

Doğru söze ne denir?! O anda, o gün başıma gelenler biraz daha anlam kazanmaya başlıyor. Her ne kadar benim hoşuma gitse de, koca bir yalıtılmışlık dışında etrafta insanları burada olmaya özendirecek pek bir şey yok aslında…

İnsan olmayınca da tedarik olmuyor, dolayısıyla her şey ateş pahası!

Az önce tavan yapmış iştahım aniden kaçıveriyor. Yemek fena değil ama benim havam kaçtığı için sadece karnımı doyurmak içinmişçesine yiyorum. Bir yandan da diğer masadaki iki kişiyi kesiyorum.

Önceki bisiklet turlarımın en keyifli anları akşam yemekleri olurdu. Hem aç karnını doyurmanın keyfi, hem de etraftan duyup merakla masamı dolduranlar… Oysa burada tam anlamıyla öksüz gibiyim… Belki bir iki laf edip, yol hakkında biraz bilgi alabilirim hesabıyla diğer iki kişiyi kesiyorum ama, sanki dünya umurlarında değilmiş gibi ağır çekimde biralarını yudumluyorlar.

O anda onları suçlamam imkansız; “Burada yaşıyor olsam, muhtemelen ben de bu kadar ağır çekimde yaşıyor olurdum herhalde!” diye düşünüyorum yemeğimi bitirirken…

Biraz daha oturuyorum ama hiç bir şey olmuyor. Kalkıp muhteşem odama yollanıyorum. Sabah gün ağarmadan kalkıp, ilk ışıkla yola düşmem gerek.

Ayılıp kendime geldikten sonra çantaları kapatıp Karayel’i hazır hale getirmem yaklaşık bir yarım saat alıyor. O yüzden saatimi şafaktan bir saat öncesine kuruyorum.

Bilinmezlikler, özellikle de önümdeki kasabalar, daha doğrusu su, yemek ve yatak tedariği ile ilgili yaşamaya başladığım endişeler canımı sıkıyor. O yüzden işimi şansa bırakmayıp yola erken çıkmam gerek. Bu düşünceler içerisinde yatağa girip, gözlerimi kapatıyorum…

NABZIM DA EPEY YÜKSELMİŞ

Sıkıntılıyım ya, sabah zınk diye geliveriyor… Söylenerek doğrulmaya çalışırken gözlerimi ovuşturuyorum… Kapıyı açıp dışarı bakıyorum. Etraf zifiri karanlık ve neredeyse çıt çıkmıyor. Son derece ilham verici…

Nabız bandını göğsüme takıp uzanıyorum. Her sabah dinlenir halde kalp ritmimi ölçmem gerek. Vücudumun durumunu ve ne kadar yorulduğumu anlamak için en iyi yol bu. Ve belki de bu sabah canımı daha çok sıkmanın!

Nabzım bayağı yükselmiş. Bir bu eksikti… “Belki de strestendir” diye düşünüp, sinirle geçiştiriyorum. Gerginim ve bir an önce bisiklete binip pedallamak, o enerjiyi hissetmek, ve kendimi giderek hem vahşileşip hem de güzelleşen o doğaya atabilmek için sabırsızlanıyorum ama önceki gün su, yemek, kalacak yer vs bulmak ile ilgili başıma gelenler oldukça keyfimi kaçırıyor…

Nedense içimden bir his, şartların bırakın giderek düzelmeyi, daha da kötüleşeceğini söylüyor… Kendimi rahatlatmak için olsa gerek bir şeyler yapmak zorunda hissediyorum. Aklıma ilk gelen ise safralardan kurtulmak oluyor. Evet, iş ciddileşiyor, o yüzden laubaliliğe gerek yok. Çantayı elden geçirip, belki tatil yaparken giyerim diye yanımda getirdiğim iki pamuklu tişörtü, parmak-arası terlikleri, havluyu ve iki kitabımı o muhteşem saray yavrusu odamda terk ediyorum… Yazık, tişörtlerden birisini de çok seviyordum halbuki. Ama durum vahim…

Akşam o dalgınlıkla mataraları doldurmayı unuttuğumu fark ediyorum. Pub kapalı ve uzun süre açılacakmış gibi durmuyor. Musluk suyu içilir mi acaba ? Cesaret edemiyorum. Yolda bağırsakları bozmak, susuz kalmaktan bile daha kötü olabilir. Tekrar benzinciye dönüp şansımı denemeye karar veriyorum.

“Acaba açık mıdır bu saatte?” Düşününce bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde pek açık olacakmış gibi gelmiyor ama başka şansım yok. Eğer kapalıysa beklerken bayağı vakit kaybedeceğim. Bu günkü rotada yüz kilometre ara ile iki kasaba var. Birincisine bir şekilde varırım ama benzincide beklerken ikincisini sonraki güne ertelemek zorunda kalmak fikri beni iyiden iyiye endişelendiriyor. Özellikle de dün itibarı ile, su-yemek-yatak derken günlük geçimim bana aşağı yukarı iki yüz dolara patlamaya başladığından beri…

BİR ŞİŞE SU BEŞ DOLAR

Dua edip, yola düşüyorum… Benzinciyi açık bulunca derin bir nefes alıyorum… Bir şişe su beş dolar! Cimrilik edip sadece bir şişe alıyorum. Mataraların tamamını dolduramıyorum ama suya bu kadar para vermek de zoruma gidiyor. Yolda daha ucuza bulabilirim diye düşünüyorum. Dayanamayıp bir de Kit-Kat alıyorum. O da üç dolar, evlat acısı gibi…

Sonunda yeniden yoldayım. Keşke hep yolda olabilsem, yemek, içmek, yatmak dertleriyle uğraşmadan…

Güneş doğana kadar hava nefis. Hafif, serin ve taptaze. Yol bomboş. Etrafta kıpkızıl bir toprak ve tek tük okaliptüs ağaçları. Tam da bisiklet sürmelik…

Ama güneş ile birlikte her şey değişiveriyor. Türkiye’deyken konuştuğumuzda Ant söylemişti ama pek ciddiye almamıştım. “Bodrum’da Marmaris’te çok yandık, bize bir şey olmaz!” demiştim ama buranın güneşi gerçekten farklı. Ant: “Güneşin açısı farklı o yüzden.” vs gibi bir şeyler söylemişti. Tam hatırlayamıyorum ama sanırım söyledikleri çıkacak ve hindi gibi kızaracağım…

O da yetmezmiş gibi rüzgar tam karşımdan ve oldukça sert esiyor… Kendimi zorlayıp, tempomu bulmaya ve pedallamanın hipnotik dünyasına kaymaya çalışıyorum. Ve işe yarıyor. Yavaş yavaş uyuşurken düşüncelerim de keskinliklerini kaybediyor. Hafiften gülümsemeye bile başlıyorum.

Yirmi beş kilometre sonra Tammin’e varıyorum. Daha doğrusu burasının Tammin olması gerekiyor ama bir benzinciden başka hiç bir şey yok… Burada su daha da pahalı: beş dolar yetmiş beş sent! “Keşke sabahki benzinciden alsaydım!”. Neyse ki sporcu içeceği de aynı fiyat. Mataraları doldururken, önümüzdeki günlerde ana yemeği olacak keşfimi yapıyorum; “Pie”.

Pie deyince aklımıza turta, tatlı vs geliyor ama bunlar daha çok bizim Talaş Böreği’ne benziyor. Tuzlu hamurdan bir cup-cake düşünün ve içini, et, tavuk, mantar vs gibi şeylerle doldurun. Adedi beş dolardan iki tanesi ikişer lokmada midemi boyluyor…

Çıkmadan bir de otuz faktör güneş kremi alıp pehlivan gibi yağlıyorum kendimi. Ama sanırım biraz geç kaldım çünkü çoktan amele gibi olmuşum.

Mataralar da midem de doldu. Biraz pahalı oldu ama yapacak bir şey yok. Tekrar yola düşüyorum. Şikayet edeceğim ama etraf o kadar güzel ki. Sadece ben ve Karayel varız. Tek tük ağaçlarıyla birlikte sonsuzluğa kadar dümdüz gidiyormuş gibi görünen yol giderek daha da ıssızlaşıyor.

Yol o kadar düz ki, bir süre sonra zaman kavramımı yitirmeye başlıyorum. Ne kadar gittim bilmiyorum ama ileride bir şeyler parlamaya başlıyor. Yaklaşınca anlıyorum ki yol yapımı var. O kadar hiçlikten sonra birilerini görmek çok acayip geliyor…

Selam verip devam ediyorum. Ziftin üzerine yeni mıcır dökülmüş. Oldukça zor yol almaya başlıyorum. Ama daha da kötüsü zemin pırıl pırıl parlıyor. Sanki dökülen mıcırın malzemesinde ya metal ya da cam var. Tekerleri düşününce canım sıkılıyor. Bir an önce bitmesini umarak yavaş yavaş devam ediyorum.

Kırk kilometre sonra Doodlakine’e varıyorum. Hava o kadar sıcak ki, hiç anlamadım ama mataraların ikisini boşaltmışım. Oracıkta üçüncüyü de boşaltmak için içim gidiyor ama korkudan tam içemiyorum.

Ve ne kadar haklı olduğum ortaya çıkıyor. Bu gün günlerden Pazar ve Doodlakin’deki beş metrekarelik bakkalımsı şey de kapalı. Gerçi günlerden Pazar olmasa bile burası açık mıdır, şüphelerim var…

Merredin’e kadar kırk kilometre yolum ve sadece bir matara suyum var. Tam öğlen saati ve ortalık cayır cayır… Ama akşam Merredin’den yüz on kilometre ilerideki Southern Cross’a varmak istiyorsam öğlen yemeğini Merredin’de yeyip en geç üç gibi tekrar yola çıkmış olmalıyım. O yüzden bir gölgelikte dinlenip güneşin geçmesini beklemek ne kadar cazip gelse de tekrar yola düşüyorum.

O kırk kilometrelik yol sıcak yüzünden bir türlü geçmek bilmiyor. Kendimi sanki yuvarlanamayan patlak bir topa vurup duruyormuş gibi hissediyorum. Enerjimin çoğunu vücut ısımı regüle etmek için harcadığımdan sanki içim boşalmış gibi geliyor.

BAYAN “O”

Ve derken yine küçük bir mucize oluyor. Hines Hill diye normalde hiç bir şey olmaması gereken küçük bir kavşakta, zar zor yeşertildiği belli olan küçük bir bahçe içindeki minik bir kulubenin uzak doğu melodileri sızan kapısını fark ediyorum.

Biraz daha dikkatlice bakınca gördüğüm bahçe hortumu iştahımı kabartıyor. İshal vs umurumda değil, akıyorsa içeceğim!

Karayel’i kulubenin kenarına yaslayıp kapıdan içeri giriyorum. Anında yine bir zil çalıyor. Birisinin gelmesini beklerken sağa sola bakıyorum. İçerisi minik bir bakkala benziyor. Sağ taraftaki salonumsu yerde ise bir televizyon ve karşısında da arkası bana dönük, hareket etmeden oturan yaşlı bir adam var.

Derken sol taraftaki kapıdan gülümseyerek çekik gözlü ve orta yaşlı bir hanım girip selam veriyor. Keyiften yüzüm güldüğü için olsa o gerek, o da bana gülümsüyor. Önce bir kola, ardından da su içiyorum. Derken tezgahın üstündeki muzları görünce rüyada olduğumu düşünüyorum. Tam hamle edip alacakken, “Onlar sahte” deyince uyanıyorum ve karşılıklı gülüşüyoruz. Galiba söylemeyi unuttum, burada meyve sebze bayağı az ve bulsan bile gerçekten ateş pahası…

Keyfim yerine geldi ya sohbet etmeye başlıyoruz. Adını soruyorum “O” diye cevaplıyor. Şaşkın şaşkın baktığımı görünce; “Çok kısa değil mi!” deyip gülüyor ve içeride tepesinde sinekler uçuşurken kıpırdamadan oturan adamı gösterip; “O yüzden kocam beni ‘O my god’ diye çağırıyor!” deyince ben de gülmeye başlıyorum… Buralarda o kadar az şey oluyormuş gibi ki, en basit şey bile çok büyük bir hikayeymiş ağırlığını taşıyor sanki…

Dışarı çıkıp zar zor yeşertilmiş olsa da yine de bir vaha havası taşıyan bahçede takılıyorum. Tişörtümü çıkartıp, gölgeye çektiğim Karayel’in üzerine asınca pek bir hoşuma gidiyor… Derin bir nefes alıp, huzurla etraftaki sessizliğe dikkat kesiliyorum. Bayan O tekrar gelip, geçenlerde oradan geçen bir Japon’un hikayesini anlatıyor. Adam elinde tekerlekli bir çanta, yürüyerek gelip gülümseyerek “Merhaba” demiş. Meğer o da benim yaptığım gibi Avustralya’yı geçmeye çalışıyormuş… Ama minik bir farkla; “Yürüyerek!”. Seviyorum şu acayip Japon’ları…

Benden daha delilerin olduğunu bilmek keyfimi iyice yerine getiriyor… İşte oldu, sağolsun yukarıdaki yine yapacağını yaptı ve tüm zorluklara rağmen hem bedenimi hem de zihnimi tekrar yola çıkacak hale getirmeyi başardı…

Bayan O’ya teşekkür edip tekrar yola düşüyorum. Ne olur ne olmaz diyerek mataraları sporcu içeceği ile dolduruyorum tabii ki. Pahalı ama su ile aynı fiyata ve üstelik elektrolit haplarımı harcamak zorunda kalmıyorum. Ayrıca bayan O’ya kanım ısındı ve pub’daki kız ile olduğu gibi kendimi kazıklanmış hissetmiyorum.

PROMOSYONLU SUYUN İNTİKAMI ACI OLUYOR

Hava hala sıcak ama artık kendimi çok daha iyi hissettiğimi için Merredin’e kadar olan yol çabucak bitiveriyor. Merredin üç yüz kilometre boyunca gördüğüm en büyük yer. Öyle ki bir IGA bile var. Burada IGA, bizdeki Migros, Carrefour vs’ye denk düşüyor… Hemen dalıp, hem alış veriş yapabilmenin hem de klimanın tadını çıkarmaya başlıyorum…

Tabi ki hemen içeceklerin olduğu bölüme gidiyorum. Yeni bir şey yok; bir buçuk litrelik pet şişe sular dört dolar civarında… Ama o da ne? Promosyon: üç şişesi altı dolara! Rüyada olmalıyım…

Ama bir dakika… Mataraların üçünü de doldurmuştum. Belki birini içmişimdir ama diğer ikisi duruyor… Yine de kendimi tutamayıp üç şişe suyu alıyorum. Dışarı çıkınca bir şişesini kafaya dikip içiyorum. Sadece yarısı boşalıyor ama göbeğim şişti… Kalanıyla boşalan mataramı dolduruyorum. İkincisini zar zor sırt çantama sıkıştırıyorum ama hala bir şişe daha var. Sağa sola bakınıyorum ama aklıma bir şey gelmiyor. Zaten en ufak ağırlığın bile hesabını yapmak zorundayım ve üçüncü şişeyi yanımda taşımam pek mümkün değil… Derken acı gerçeği fark ediyorum; son şişeyi dökmek zorundayım… Ve neredeyse ağlayarak o bir şişe suyu otoparkın kenarındaki bir ağacın dibine döküyorum. Bu gerçekten hiç aklıma gelmezdi, Avustralya çok zalimsin…

Karayel’e binip yemek yiyebileceğim bir yerler bakınıyorum ama bulamıyorum. Daha en az yüz kilometre yolum var ve vakit kaybetmek istemediğim için kasabanın girişinde gördüğüm benzinciye gitmeye karar veriyorum. Sabahki Pie’ların tadı damağımda kaldı, “Eminim orada da vardır.” diye düşünüyorum…

Yanılmamışım. Üstelik burada çeşit de fazla… Abartıp yanına bir de büyük boy patates kızartması alınca dünyam değişiyor. Nereden nereye… Daha bu sabah yokluktan ölmek üzereyken…

“THIS IS NOT FUCKING INSPIRING ME!”

Patates kızartmasının yarısını bitirip, ikinci pie’a başlarken gözlerim biraz açılıp etrafımda olup bitenleri görmeye başlıyor. Tam o sırada çaprazımdaki masada oturan oldukça kilolu bir adamın beni kestiğini fark ediyorum. Yanında da yine oldukça kilolu bir hanım var. Sanırım karısı…

Garibime gidiyor ama yemekle öyle meşgulum ki aldırmıyorum. Bir süre sonra karısı tuvalete giderken tekrar göz göze gelince adam bana nereden geldiğimi, ardından da nereye gittiğimi soruyor. Cevaplayınca da bu sabaha karşı saat dörtte yolda benim gibi birisini daha gördüğünü ve şaşırdığını söylüyor.

“Indy-Pacific yarışçısı olmalı, ama ben onlardan değilim.” diye cevaplıyorum. O sırada karısı dönüyor ve adam gülerek kadına dönüp; “Sydney’e gidiyorlarmış!” diyor…

Kadın; “Ben sana söylemiştim, deli bunlar!” dedikten sonra bana dönerek: “Sabaha karşı dörtte, doksan mil geride bir arkadaşını gördük, az kalsın eziyorduk sabahın kör karanlığında. Sahi deli misiniz siz, bunu niye yapıyorsunuz?” deyince açıklama ihtiyacı hissedip Indy-Pacific yarışından bahsedip, onlardan olmadığımı, kendi başıma takıldığımı, vs ekliyorum…

Kadın gözleri açılmış halde söylediklerimi kavramaya çalışırken bir kaç saniye geçiyor. Bu sırada kocası dayanamayıp karısının son sorusunu tekrarlıyor:” Tamam da bunu niye yapıyorsunuz?!”

Bu sefer duraklama sırası bana geçiyor ama çok sürmeden, söylediğim kelimelere kendim de inanamadan ağzımdan; “To inspire you (Size ilham vermek için) !” sözcükleri dökülüyor…

Hava anında geriliyor. Üçüncü bir masada söylediklerimize kulak misafiri olan bir aile de olayın farkına varıp dikkat kesilince, ortam western filmlerinde düello yapılan barları aratmaz hale geliyor…

Duyduklarına inanamadığından olsa gerek karısına dönüp bakışlarıyla onaylatamaya çalışan kamyon şöförü ardından bana dönüp, gülerek mi yoksa kızarak mı olduğu pek anlaşılmayan bir ifade ile ama neredeyse tükürerek; “This is not fucking inspiring me (Bu bana hiç te .iktiğimin ilhamını vermiyor) !!!” deyince üçüncü masadaki herkes kahkahayı basıyor… Bir yandan da dönüp merakla bana bakıyorlar. Sanırım benden ortamı yumuşatacak bir şeyler duymayı bekliyorlar ama bakışlarımı üzerlerine dikip ciddiyetimi bozmadan süzmemle birlikte yardım umarcasına tekrar kamyon şöförünü ve karısını kesmeye başlıyorlar…

Bir şeyler söylemek istiyorum ama şöförün aşırı tepkisinden söylediğim sözlerin söylenebilecek en güzel sözler olduğunu ve tam da gitmesi gereken yere gittiğini anladığım için hafifçe sırıtmakla yetinip, yemeğime dönüyorum…

Bir iki saniye geçmeden tahmin ettiğim şey oluyor, -sinirden mi yoksa pişmanlıktan mı bilemiyorum- kızarmış bir halde bir şeyler söylemek isteyip de bir türlü aradığı kelimeleri bulamıyormuş gibi duran şöförün karısı lafı alarak beni gösterip; “Aslında haklı!” deyince dayanamayıp devam ediyorum; “Sadece ne kadar sınırsız olduğunuzu ve isterseniz her şeyin yapılabileceğini hatırlatmaya çalışıyoruz!!! Bunu kafanıza kakacak halimiz yok ama merak ediyor olmalısınız ki siz sordunuz ben de söyledim, işte hepsi bu!!!”.

Yeniden bir sessizlik hali yaşıyoruz… Haksızlığa uğramış bir edayla ve kaşlarım hafifçe havada bir cevap beklercesine şöför ile karısına bakarken kadın bu sefer merakla bana dönüp en küçük ayrıntıları bile anlattırmaya başlıyor: ne yiyiyoruz, ne içiyoruz, nerede yatıyoruz, kaç saat sürüyoruz, yalnız sıkılmıyor muyuz, vahşi hayvan görüyor muyuz, korkmuyor muyuz, vs, vs…

Bir iki dakika sonra oyuncağı elinden alınmış gibi küskün bir halde yemeğini tırtıklayıp duran şöför de konuşmaya katlıp sorular sormaya başlıyor: ve tabii ki onun soruları biraz daha erkek işi: nereden geliyorum, ne iş yapıyorum, günde ne kadar gidebiliyorum, vs, vs…

Fırsatı kaçırmayıp ben de onları sorguya alıyorum. Avustralya’da mesafeler çok uzun olduğu için birlikte seyahat ediyorlar. Neredeyse kamyonda yaşıyorlarmış… Bu arada şimdi buradaki kamyonların neden bu kadar konforlu olduğunu çok daha iyi anlamaya başlıyorum. Kısa ama tatlı bir sohbetin ardından gitmeleri gerektiğini söyleyip davranıyorlar. Tanıştığımıza memnun olduğumu söyleyip İstanbul’a davet edince hafiften duygulu bir an yaşıyoruz. Çok teşekkür edip, bana şans dileyerek giderlerken hem yemekten hem de sohbetten doygun bir halde arkalarından bakıp el sallıyorum…

FIRTINA: KARAR ZAMANI

Yorgunum ama yola çıkmam lazım yoksa bu ‘Mesafelerin Efendisi Kıta’da işim zor. Telefonumu açıp, çabucak hava durumuna bakıyorum. Hiç de iç açıcı gözükmüyor. Az önce sıcaktan kavrulurken, şimdi tam önümden bana doğru gelen bir fırtına olduğuna inanmak biraz güç ama artık bu kıtada her şey mümkünmüş gibi gelmeye başladığı için dışarı çıkıp gözlerimle kontrol etmeye karar veriyorum…

Aynen… Tam da korktuğum gibi. İleride kapkara bulutlar toplanmış. Çok uzaktalar ama yine de şimşeklerin parıltıları seçilebiliyor. Kararsızlık yaşıyorum. Ne olursa olsun yol yapmam lazım, çünkü yolum çok uzun. Ama diğer yandan önümde neler olduğunu artık hiç kestiremiyorum. Burası giderek lojistik bir kabus olmaya başladı. Yüz kilometre daha gidip Southern Cross’a varmam lazım. Arada bir iki nokta var gibi görünüyordu ama artık bunlara bel bağlayamayacağımın farkındayım. Yani eğer yola çıkarsam oraya varmak zorundaymış gibi gitmem lazım, arası yok! Peki ya fırtına?

En sinir olduğum şey bu; karar verme stresi! Ama galiba yaşamak tam da bu aslında. Verdiğimiz karalar hayatımızı, seçimlerimiz de bizi oluşturmuyor mu zaten?! Öyle sıkıntı çekmeden pedala basmayı herkes biliyor! Bu düşünceyle cesaretlenip yola düşmek için hazırlanıyorum.

Karayel’i hazırlarken beş dakika bile geçmedi ama sanki kara bulutlar bayağı bir yaklaşmışlar… Neyse ki hala çok uzaktalar… İçim hafiften biraz eziliyor. Yine de kendimi zorlayıp ilk pedala basıyorum… Çevirdikçe yavaş yavaş tekrar havamı bulmaya başlıyorum. Yolda in cin top oynuyor. Bedenim ipleri ele almaya, düşüncelerim yavaşlamaya başlıyor. Az önce şöför ve karısı ile yaşadıklarım artık puslu bir rüya gibi kafamda dönüp duruyor. İster istemez ben de kendime soruyorum yeniden: “İyi ama neden?”. Daha cevap bile veremeden doğanın ritmine karışıp uçmaya, uçamasam da yolda kaymaya başlıyorum…

Hipnoz halinde ne kadar gittim bilmiyorum ama yüzüme düşen ilk yağmur damlasıyla uyanıp kilometre saatine bakınca on beş kilometre gelmiş olduğumu fark ediyorum. Diğer fark ettiğim şey ise oldukça somut: fırtına artık tam önümde ve hiç de içinden geçip gidilebilecekmiş gibi görünmüyor. Sanırım bugün Sothern Cross’a varmak hayal oldu. Çok sinirleniyorum. O sinirle aklımdan delicesine devam etmek geçiyor; belki o sayede biraz hıncımı alabilirim. Ama çok yakınlarımda bir yere düşen bir yıldırım bunu yapamayacağımı bana öylesine kesin bir dille anlatıyor ki… Ve bir ikincisi de “Çabuk geri dön” direktifini verince sinir minir lüksünü bırakıp anında dönerek hızla pedallamaya başlıyorum.

Anlamadığım şey ise şu; bu fırtına o kadar uzaktan dibime nasıl bu kadar çabuk gelebildi ki? Ve bu düşünce asıl önemli olan ikincisini bilinç düzeyime yükseltiyor: eğer bu kadar çabuk hareket edebiliyorsa on beş kilometre gerimde kalan Merredin’e varana kadar beni de yakalaması kaçınılmaz olmalı!!!

Bu düşünceyle canımı dişime takıp tüm gücümle pedallamaya başlıyorum. Önce tek tük hissettiğim yağmur damlaları giderek çoğalmaya, başlangıçta beni güzelce serinletirken giderek soğuktan tüylerimi diken diken etmeye başlıyorlar. İnatla ve kendimi temize çıkarmak istercesine; “İyi de bu kadar hızlı hareket etmesi imkansız! Nasıl bu kadar çabuk gelebildi ki?” diye hayıflanırken rüzgar da şiddetlenmeye başlıyor…

Deli gibi pedal basarken hiç bir şey düşünmeye fırsat kalmıyor ama yine de korku beni yavaş yavaş avucuna almakta hiç zorluk çekmiyor… Kaçıyorum, kaçıyorum… Ama çok iyi farkındayım ki o benden daha hızlı ve sanki arkamdan sırıta sırıta bana doğru yaklaşıyor.

Beni cezalandıracak biliyorum çünkü onu hafife aldım…

MESAJ

Gidiyorum, gidiyorum ama yol bir türlü bitmiyor. Artık sırılsıklam oldum ve rüzgar o kadar şiddetlendi ki hızım neredeyse yarıya düştü. Her virajın ardından Merredin tabelasını görmeyi umuyorum ama bir türlü gelmiyor… Durup bir ağacın altında beklesem diye aklımdan geçiriyorum ama o kadar çok şimşek ve yıldırım çakıyor ki, bu resmen intihar olur…

O anda boynuzlarım kırılıyor… Kendimi kibirli ve oyunbozan hissederken, gerekli mesajı alıyorum;

“Her zaman her istediğin olmaz. Arzu ne kadar kudretli olsa da, sabır ondan daha kadimdir!”…

İçimden kimden olduğunu bilmeden özür dilemeye başlamamla birlikte sanki fırtınanın öfkesi azalmaya, rüzgar Karayel’in kelepçe vurduğu tekerleklerini yavaş yavaş salarken, yağmur da giderek seyrelmeye başlıyor… Korku yerini giderek bir minnet duygusuna bırakırken “Merredin” tabelasını da görünce iyice rahatlıyorum. Belki yol alamadım ama değerli bir mesaj aldım. O yüzden her ne kadar sırılsıklam olmuş olsam da keyfim tekrar yerine geliyor.

Kasabanın girişindeki ‘Karavan Parkı’ tabelasını görür görmez dalıyorum. Park yerinde pek karavan yok. Prefabrik odalar ise o anda gözüme o kadar güzel geliyorlar ki anlatamam. Resepsiyonda kimse yok. Zili çalıp bekleyince orta yaşlı bir hanım kapıyı açıyor.
Oda soruyorum. Varmış… Oh, çok iyi! Peki fiyat? Yüz dolarcık!!! İçimden; “Oha, bu boktan prefabrik odalara mı yüz dolar istiyorsunuz!” diye celalleniyorum ama önceki gece Cunderdin’de yaşadıklarım aklıma gelince kendimi tutuyorum;

  • “Daha ucuz bir alternatif yok mu acaba?”
  • “Evet, altmış dolara küçük ‘Kabinet”lerimiz var ama onlarda duş tuvalet yok.”

Keyfim kaçıyor. Sırılsıklam haldeyim ve o anda en çok istediğim şey güzel bir duş alıp üzerime kuru bir şeyler giyebilmek. Üstelik havluyu da safra niyetine Cunderdin’de bırakmıştım…

Artık suratım nasıl bir hal aldıysa kadıncağız; “Tamam, bir tane oda var onu sana Kabinet fiyatına vereceğim.” deyince dünyalar benim oluyor: Neredeyse sarılıp öpeceğim ki içeriden kocası geliyor…

Anahtarımı alıp hemencecik prefabrik ama bana o anda saray yavrusu gibi gelen odama geçiyorum. Gel de çık çıkabilirsen duşun altından…

KOCAMAN BİR YATILI OKUL GİBİ

Bütün hücrelerim mayışmış halde duştan çıktığımda artık vakit akşama yüz tutmuş halde. Yine de hem vaktim var, hem de Merredin’de süpermarket var. Bu lüksü kaçırmamam gerek. Çabucak giyinip Karayel’i çantalardan kurtarıyorum. Çantasız ve sürüş kıyafetleri olmadan binmek öyle güzel geliyor ki, süpermarketin kapanma tehlikesine rağmen bir iki tur atmadan duramıyorum.

Neyse ki kapanma saati akşam yediymiş. Bayağı büyük bir mağaza. Her şey var ama o kadar pahalı ki. Komple iki tur atıyorum ucuz olanları tespit edebilmek için ama nafile… Sonunda hayatımda yediğim yiyeceğim en pahalı muzları ve günlerdir hasretini çektiğim bir paket yumurtayı alıp odama yollanıyorum.

Keyfim yerinde çünkü odamın tam karşısında karavancıların kullanması için yapılmış bir ortak-mutfak var. Ve haftada en az yirmi tane haşlanmış yumurta yiyen ben günlerdir ağzıma bir tane bile haşlanmış yumurta koymadım. Benim için öyle büyük bir lüks olacak ki!

Bu tavuk ürünlerinin beni bir gün bu kadar mutlu edeceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Dört yumurtayı kaynattığım on dakika bir türlü geçmek bilmiyor. kabuklarını soyarken bir de bakıyorum ki ıslık çalmaya başlamışım…

Yumurtaları ortadan ikiye kesip, karabiber ve tuz ile kutsadıktan sonra odama geçiyorum. İçerideki minik masayı daha önceden çıkarıp kapının önüne koymuştum, açık havada keyif yaparım diye.

Yağmur kesildi. Üstüne üstlük bir de gökkuşağı çıkmış; süper… Bir de bakıyorum ki yan komşum da masasını beş metrekarelik odamızın dışına çıkarmış, elindeki bir dosyaya bakarken bir yandan da diğer elindeki sandviçini kemiriyor.

Keyfim yerinde ya, hemen merhaba deyip o anki en büyük hazinemden yani haşlanmış yumurtamdan ikram ediyorum. Hafiften garipçe beni süzerken kibarca geri çeviriyor. Galiba sevindim, ne de olsa yumurta bana kaldı…

Adı Sean. Altmışlı yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. Kısa ve kesik konuşuyor. Neredeyse her soruma sonuna yumuşak g eklenmiş bir “Yeeğ” ile cevap veriyor.

Evi Perth’deymiş. Yakınlardaki bir şantiyede çalıştığı için burada kalıyormuş. Zaten sonradan öğreneceğim ki; Batı Avustralya taşrasında bu odacıkları bulabilmemin en büyük sebebi de ‘var olmayan turizm’den ziyade taşra şantiyelerinde çalışan Sean gibilerin konaklama ihtiyacıymış.

“En son evine ne zaman gittin?” diye soruyorum, hatırlamıyor. Zaten sadece bir köpeği varmış. “Burada tek başına yaşamak sana zor gelmiyor mu?” diye sormak istiyorum ama o kadar doğal konuşuyor ki bunu gereksiz buluyorum. Zaten buradaki insanları tanıdıkça içimdeki şu his daha da kuvvetlenmeye başladı; burası sanki kocaman bir yatılı okul gibi. Herkes biraz mecburiyetten gelmiş. Kimsenin bir kökeni yok. Herkes yüzer gezer yaşayıp günü kurtarmaya çalışıyor. Tek düşündükleri sanki o günü bitirmek, ertesi gün ise Allah Kerim…

Biraz daha sohbet ediyoruz. Daha doğrusu ben sorularımla sohbeti ittiriyorum, o da “Yeeğ”leri ile topu geri bana gönderiyor. Bir süre sonra iyi geceler deyip odasına giriyor. Ben de tabuttan hallice odama girip kapımı kapatıyorum. Bugün planladığım yolun ancak yarısını yapabildim. O yüzden erken yatmak, sabah erkenden kalkıp bir an önce yola koyulmak istiyorum. O hevesle Karayel’i yola çıkmaya hazır hale getirip yatağa giriyorum. Tam fırtınayı ve beni ne kadar yorduğunu düşünmeye başlayacağım ki pilim bitiyor ve uykuya dalıveriyorum…

BİR BEN, BİR KARAYEL, BİR DE UCU BUCAĞI OLMAYAN ASFALT

Yine hemencecik sabah oldu, ne çabuk… Endişeyle kaslarımı yokluyorum. Yok yok hiç fena değil. Enerjim de yerinde. Hafiften gülümsüyorum. İşler pek iyi gitmiyor ama en önemlisi; “ben iyiyim”…

Nabız bantımı takıp, biraz endişeli biraz umutlu yatağa yatıp beklemeye başlıyorum… Nabzım da seksene düşmüş, oley. Dünkü doksandan sonra oldukça umut verici…

Dışarıya bakıyorum, hava ağarmak üzere. Üzerimde bir sabırsızlık, bir an önce yola düşüp kilometreleri yutmak istiyorum. Önceki gün gidip geri döndüğüm yollardan tekrar geçerken hafiften sinirlenir gibi oluyorum ama hem sabah serinliği nefis, hem de yol harika.

Dün fırtına endişesiyle pek farkına varmamışım ama artık bayağı bir ıssızlığa varmışım. Ne etrafta bir hareket var, ne de bir araba geçiyor. Önümde yol bir uzanıyor ki öyle böyle değil, ucu bucağı görünmüyor. İster istemez gülümsemeye ve neşeli bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum…

Güneş tam karşımdan kendisini götermeye başlarken bayağı bir yol almış durumdayım. Etrafta tek tük okaliptüs ağaçları ve sonsuz çayırlardan başka hiç bir şey görünmüyor. Her yer o kadar sessiz ki nefesim kulaklarıma sanki konser salonundaki binlerce wattlık hoparlörlerden çıkıyormuş gibi geliyor.

Çok garip ama bir o kadar da güzel. İşte uzun zamandır hayalini kurmakta olduğum ıssızlık yavaş yavaş beni öpmeye başlıyor. Bir ben varım, bir Karayel, bir de ucu bucağı olmayan asfalt. Git gidebildiğin kadar…

Keyiflendim ya, tabi ki uzun sürmemeli. Sıcak ile karşıdan esen rüzgar aynı anda ziyaretime geliyorlar. Tam “Ulan teker teker gelsenize!” diyecekken karşıma bir de rampa çıkınca Nescafe’nin “Üçü bir arada” reklamının anti-tezini yaşamaya başlıyorum.

Siz de bilirsiniz, iyi şeyler uzun sürmez ama benimki de pek kısa sürdü… Üstüne üstlük ne sıcak azalıyor, ne de rüzgar. Neyse ki ıssızlık harika. Arkamda kilometrelerce yol, önümde ise ne kadar olduğunu bilemediğim bir uçsuzluk. Bir yukarıdaki var sanki bir de ben. Issızlık arttıkça ona daha da yakınlaştığımı hissediyorum. Umarım beni hepten çekip alıvermez yanına diye düşünmeden de edemiyorum tabi ki… Güvenli ama sıkıcı modern hayattan uzakta, uçurumun ne kadar kenarında olduğunu da pek bilmeden gitmek o kadar garip ama bir o kadar da heyecan verici ki…

VE İLK KANGURU

Dilim damağım kurudu ama suyumu çabuk tüketmek istemediğimden sadece her yirmi kilometrede bir su molası vermeye karar verdim. O yüzden devam ediyorum. Tam kırk kilometreyi dolduracakken birden tam önümde kocaman bir şey beliriyor. Durup bakınca anlıyorum ki bu bir Kanguru leşi. Yeni ölmüş olmalı çünkü hiç çürüme emaresi yok, üstelik ağzının kenarından akan kanlara ait kuru izler hala seçilebiliyor.

Yıllardır Sydney’de yaşayan arkadaşım Ant beni çok korkutmuştu Kangurularla ilgili olarak: “Aman dikkat et, saldırıyorlar… Kocaman hayvan onlar, ne yaptıklarını bilmiyolar… Arabalara çarpıp mahvediyorlar… Vs…”. Ama gördüğüm manzara beni korkutacağına daha çok üzüyor. Gerçekten oldukça büyük bir hayvan ama öylesine zavallı görünüyor ki o haldeyken.

Yine de tedbirli olmak adına oradan uzaklaşıyorum. Etrafta bir eşi vs varsa her an gelebilir… Biraz ileride su molası verip, bir yandan da leşi kesiyorum belki eşi vs gelir de canlı hallerini görebilirim diye. Ne gelen oluyor ne de giden… Pardon unuttum, kara sinekler hariç. Nerden çıktılar bilmiyorum ama daha durur durmaz beni ablukaya aldılar ve o kadar arsızlar ki ne yaparsam yapayım bir türlü gitmiyorlar…

Orada daha fazla duramayacağımı anlayıp tekrar yola düşüyorum. Öğlene Southern Cross’a varırsam, belki ondan sonra bir yüz kilometre daha yapar, en azından Kalgoorlie’ye kadar olan yolu yarılamış olurum diye düşünüyorum ama Southern Cross’tan sonrası için hiç kimseden bilgi alamadım. Yani haritada bir sürü küçük yer gözüküyordu ama yaşadıklarımdan sonra Kalgoorlie’ye kadar duracak bir yer var mı yok mu emin olamıyorum.

Yol almam lazım ama ne sıcak bırakıyor ne de rüzgar. Southern Cross yolunda aşağı yukarı bir yirmi kilometre sonra Bodallin diye bir noktada bir Roadhouse olduğunu okumuştum ama şu ana kadar kimseye onaylatamadığım için endişeliyim. Burada herkes öylesine sadece kendi ölçeğinde yaşıyor ki…

Kan ter içinde pedallara asılıp yirmi kilometreyi eritmeye çalışıyorum.. Etraf ne kadar harikaysa bu havada bisiklet sürmek de bir o kadar zor.. Zorlana zorlana da olsa yirmi kilometreyi bitiriyorum. Ama ne bir tabela gördüm ne de bir yerleşim yeri. Halbuki haritaya göre tam da burada olması gerekiyordu. Biraz daha gidiyorum ama yine bir şey yok. Acaba geçtim mi diye kendimden şüpheye düşmeye başlıyorum ki bir virajı dönünce ağaçların arasından minicik bir benzin istasyonu beliriyor. Büyüklük ve toz toprak açısından aynı reklam filmlerindeki gibi ama nedense hiç de o filmlerdeki gibi çekici değil. “Neden acaba?” diye düşünüyorum kendi kendime… Sanırım o filmlerde ne olursa olsun içeride güzel bir şeylerin bizi beklediğini biliyoruz da ondan. Halbuki o ıssız istasyona bakınca benim hissettiklerim hiç de öyle hoş şeyler değil…

YES

Ve tam da tahmin ettiğim gibi oluyor. Filmlerde kapıyı açınca aniden süper bir hayal alemine düşerken, benim kapıyı açınca tek duyduğum yine ağır ağır öten zilin sesi oluyor… Üstelik bu sefer gelen giden de yok… Biraz bekliyorum. Belki duymamışlardır diye gidip kapıyı bir daha açıp kapatıyorum. Nafile…

Biraz daha bekleyince içeriden kısa boylu bir Hintli çocuk çıkıp “Yes?!” diyor…

Aptallaşıyorum. Bir iki saniye dilim tutuluyor: “Bre insafsız, sanki bu Allahın unuttuğu yerde yaşayan sen değil misin? Bak Allah sana birisini göndermiş, “Yes”te neymiş! Bir merhaba desene! Sorsana nereden geliyorum, nereye gidiyorum… Muhabbet etsene be geri zekalı.”…

Ben kafamın içinde onun adına üzülürken o bir kez daha: “Yes?!” deyince pes edip; “Burası Bodallin Roadhouse’mu acaba?” diye soruyorum ne dediğimi pek de umursamadan… Bir iki saniye aval aval yüzüme baktıktan sonra aramızda şöyle bir diyalog geçiyor;

“Evet burası Bodallin ama hayır burası Roadhouse değil.”
“Peki Roadhouse nerede?”
“Bilmiyorum”
“Burada başka bina var mı?”
“Hayır yok.”
“Adın ne?”
“Garow”
“Peki Garow, benim adım da Kartal.”
“Merhaba Kartal”

Vaay, sonunda bir merhaba kopardım!

“Peki Garow, o zaman Roadhouse nerede?”
“Söyledim ya bilmiyorum.”
“Ne zamandır buradasın?”
“Altı ay… Buralarda kimse daha fazla kalmaz.”
“Peki sen burada ne yapıyorsun?”
“Hindistan’dan geldim, burada çalışıyorum.”
“”Wow, tebrikler”
“…”
İşin baya yorucu olmalı?!”
“Yok aslında pek bir şey yaptığım söylenemez…”
“Hadi canım!!!”

Bir süre susuyoruz. Onu bilmiyorum ama ben kendimi kelimelerin bittiği yerde hissediyorum.

“Peki Garow, burada yiyebileceğim bir şey var mı?” diye sorunca bana minik bir camekanın içinde plastik ambalajların içinde duran iki üç parça atıştırmalıkı gösterip; “Sadece bunlar var” diyor.

“İyi ama dışarıda Hamburger, Patates kızartması vs var yazıyor?!” diyorum
“Üzgünüm” dercesine kaşlarını kaldırıp bana bakıyor.

Tahin ettiğim gibi, yine aç kaldık… Pek de bir şey beklemeden, son bir umutla; “Başka hiç bir şey yok mu?” diyorum. “Hayır, buradan pek kimse geçmediği için biz de pek bir şey bulundurmuyoruz.” diyor ve ekliyor; “Zaten sipariş ettiğim şeyleri de getirmiyorlar, çünkü kargo çok pahalı…”.

İçecek dolabını kontrol edince ne demek istediğini gayet iyi anlıyorum. Bir şişe su tam altı dolar!!! Gözlerimin büyüdüğünü görünce devam ediyor; “Buralarda insan çok az… Bu daha bir şey değil, doğuya doğru gittikçe her şey daha da pahalanıyor!”

Çocuğun sözleriyle jetonlarım yavaş yavaş düşmeye başlıyor. Öyle ya insan olmayan yerde hiç bir hizmet karlı olamıyor ki yapmaya değsin… Benzin alan yoksa benzinciyi ne yapacaksın ki?! Veya uğrayan olmazsa mola tesisini veya oteli?!

ÇAKMA ZEMZEM SUYU

Ne olursa olsun susuzum ve açım. Paraya kıyıyor o bir şişe suyu alıp tekrar yanına gidiyorum ve ya tutarsa diyerek; “Peki Patates Kızartması da mı yok?” diye soruyorum. Öyle ya, sonuçta bu çocuk da bir şeyler yiyor olmalı… Biraz bekleyip; “Yapabilirim ama yarım saat sürer.” deyince dünyalar benim oluyor…

“Tamam büyük boy yap o zaman” deyip yalnız başıma o bir şişe ‘Çakma Zemzem Suyu’nun edepsizce tadını çıkarmak için dışarıya çıkıyorum… Hava o kadar sıcak ki ağaçlar olmasa dışarıda durmak neredeyse mümkün değil… İçmeden önce o bir şişe suyun fotoğrafını çekip WhatsApp’den paylaşıyorum. Çünkü o sadece bir şişe su değil, o anda hem paha olarak hem de hayatımda tuttuğu ağırlık olarak çok daha fazlası.

Su hemen bitiyor ama yarım saat bir türlü bitmiyor. Bir iki içeriye girip yokluyorum ama ortalıkta kimse yok. Zaten elli kilometre çapımda Garow ve sineklerden başka hiç bir şeyin olduğunu da zannetmiyorum.

Ve derken altın gibi kızarmış patateslerim geliyor. Mutluluktan ağlamak üzereyim… Hemen; “Peki ya Ketçap” diye soruyorum. “Ketçap?!” diye yineleyip yüzüme bakınca, “Ketçap işte, kırmızı sos!” diye üsteliyorum… Bir sessizliğin ardından; “Aha, Tomato Sos.” deyip içeriden üç gramlık bir mikro paket keççapcık getiriyor. Sonradan öğreneceğim ki; Batı Avustralya kırsalında “Ketçap” deyince kimse anlamıyor, onun adı “Tomato Sauce” ve pek de kullanılan bir şey değil. Yine aynı şekilde “Burger King”deyince de burada pek bir şey ifade etmiyor, çünkü onun adı da “Hungry Jack’s”. O da başka bir hikaye, ileride anlatırım…

Dışarı çıkıp patateslerin tadını çıkarıyorum. Saat oniki civarı ve hava çok sıcak. Sanırım bir iki saat orada durmam gerekecek. Sağolsun Garow, büyük boy deyince gerçekten de ‘Battal Boy’ yapmış patates kızartmasını. Ye ye bitiremiyorum ama hiç de şikayetçi değilim yani…

Karnım doyunca biraz etrafı keşfe çıkıyorum ve az ileride metruk bir kameriye ile altında kırık bir bank bulunca keyifle yerleşiyorum. Karnım tok, suyumu da içtim… Şimdilik iyiyim ama önümde beni bekleyen olasılıkları düşününce ister istemez endişelenmeye başlıyorum…

Yani Türkiye’de beş kilometre gitsen yanyana üç tane mola yeri görürken, birden böylesine ıssız bir yere düşünce insan afallıyor. Hadi aradaki mesafeler önemli değil, elli kilometrede bir de olsa düzgün ve uygun fiyatlı mola yerleri olsa hiç sorun değil. Hatta yüz kilometreye bile razıyım ama birincisi, mola yeri olup olmadığı belli değil, haritada var görünüyor ama gidince bulamıyorsun, ikincisi de olsa bile hem su çok pahalı hem de yiyecek bir şey yok!

İKİNCİ MELEKTEN ACI HABER

Ben kameriyenin altındaki kırık bankta uygun bir pozisyon bulup dinlenmeye çalışırken bir imkansız gerçekleşiyor ve bir panelvan geliyor… İlgiyle dikiliyorum tabi ki… Üstelik gelip kameriyenin yanında duruyor. Gençten bir çocuk inip merhaba diyor. Neredeyse kendimi cimcikleyeceğim. Ben de merhaba deyince Karayel’i gösterip; “Yolculuk nereye?” diye soruyor.

“Sydney” dememle birlikte muhabbeti koyulaştırmaya başlıyoruz. Adı Aaron, kendisi de dağ bisikletçisiymiş. Perth’ten Sydney’e taşınmış. Şimdi de panelvan ile gelip Perth’ten kalan eşyalarını almış, Sydney’e götürüyormuş… Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş derler ya tam o hesap. Tom’dan sonra ikinci meleğimle karşılaştığımı anlıyorum…

Laf lafı açıyor, ben anlattıkça anlatıyorum. “Nasıl bir yere düştüm ben?” diye sorunca acı acı gülümsemesinden işlerin pek de yolunda olmadığını anlayabiliyorum. Dilinin döndüğünce ve kibarca, pek aptalca bir işe giriştiğimi anlatmaya çalışıyor bana. Çünkü Batı Avustralya kırsalında insan bulmak imkansızmış. O yüzden de doğal olarak hizmet bulmak da imkansız…

“Peki” diyorum “Haritada görünen kasabalar, internetten kontrol ettiğim nüfusları vs?!”. “Sandığın gibi değil” diyor. “Buralarda insan olsa bile senin işine yarayacak şekilde yaşamıyorlar. Zaten az olan nüfus dağınık, dolayısıyla kasaba meydanları veya hizmet alacak yerler bulman çok zor.” deyince her şey biraz daha anlam kazanmaya başlıyor.

“İyi de ne yapacağım o zaman?” diye sorunca acı acı gülümsüyor. Sonra sanki beni avutmak istermişçesine; “Bak ne diyeceğim, arabamda bir ‘Camel Back” var, onu sana vereyim, suyla doldurup sırtına takarsan seni epey idare eder.” deyip panelvanın arka kapısına yöneliyor. O bagajını kurcalarken ben de yavaşça yaklaşıyorum. Teşekkür edip bunun çok yardımcı olacağını ama yine de tam ihtiyacım olan çözüm olmadığını söyleyince ister istemez o da kafasını sallıyor; “Evet, sen hızlı ve hafif seyahat ediyorsun, ve bu tercihin bu yol için pek uygun değil. Aralarda durabileceğin noktalar olsaydı sorun olmazdı ama ancak yüklü ve dolayısıyla yavaş gidersen bu çölü geçebilirsin ve bunun için de gerçekten uzun zamana ihtiyacın var.” diyor.

Bir süre bir şey konuşmuyoruz. Halime üzüldüğünü hissedebiliyorum. Ama yapacak pek bir şeyi yok. Anladığımı belirtmek istercesine gülümseyip, “Takma kafana Mate, bir yolunu bulurum.” diyerek göz kırpıyorum. O da bir yol bulamayacağımı biliyor ama kibarlıktan; “İyi şanslar cesur dostum.” deyip elimi sıkıyor ve arabasına binip uzaklaşırken bana el sallamayı da ihmal etmiyor…

TİLKİ GİBİ KURNAZ

Sohbet ederken epey vakit geçmiş. Sıcak da azaldı. Eşyalarımı toplayıp, Garow’la vedalaşıyorum. Her ne kadar ileride Moorine Rock’ta bir bakkal var dese de ben yine de patates kızartmasının kalanını çantama tıkıştırmayı ihmal etmiyor, altı dolarlık zemzem sularıyla da mataralarımı doldurup tekrar yola düşüyorum.

Canım bayağı sıkkın ve ne yapacağımı pek kestiremiyorum. Şu anki tek hedefim akşam olmadan Southern Cross’a varabilmek. Gerisini orada salim kafayla düşüneceğim artık…

Ve yine haklı çıkıyorum: Moorine Rock’taki dükkan kapalı. Ama sinirleneceğime gülmemi tutamıyorum. Dükkan sahibi çılgın olmalı, çünkü cama çalışma saatlerini yapıştırmış. Bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde bunu neden yapmış ki acaba? Ya benim gibi buralarda yeni, ya da can sıkıntısından… Ama daha da komik olanı çalışma saatleri: Dokuz ve Onbir arası…

Patates kızartmalarım bayatlamış ama olsun, o anda onlar dünyanın en güzel yemeği gibi geliyor ve onları bırakmayıp yanımda getirdiğimi için kendimi bir tilki kadar kurnaz hissediyorum. Hayat insanı nasıl da şekillendiriyor!

Yavaş yavaş ve her birinin tadını çıkartarak yiyorum patatesleri. Utanmasam yemeden önce yalayacağım. Her şey bir yana buranın öyle de güzel bir yanı var; etrafta hiç bir şey olmadığı için canın ne isterse onu yapabiliyorsun. Bizim oralarda ne kadar çok insan olup, her delikten çıktıklarını düşününce, bayağı bir özgürlük aslında.

Southern Cross’a az kaldı ama günde ikiyüz kilometre hayallerim de çoktan çökmüş durumda. Bırak ikiyüz kilometreyi, çölün daha fazla içine girip giremeyeceğimden bile emin değilim. Yani girsem bile günde yüzelli ikiyüz dolar harcayarak ne kadar daha gidebilirim ki?!

İşler sarpa sarıyor…

PARÇASI OLDUĞUM O “HERŞEY”

Kalan yol olaysız geçiyor. Öğleden sonrasının ışığında etraf o kadar muhteşem ki. Her yer göz alabildiğine dümdüz. Tek tük ağaçlar, kıpkızıl toprak, alçalan güneşle uzayan gölgeler, sonsuza kadar gidiyormuş gibi duran yol…

Gerçekten eşsiz bir yerde ve hayatımın çok kayda değer anlarından birinde olduğumu hissediyorum. Vidalarım o kadar gevşiyor ki gözlerimden ister istemez yaşlar dökülmeye başlıyor. Ama bu ağlamak değil, sanki daha çok derin bir nefes alıp kendini sonsuzluğa bırakmanın huzurunu yaşamak gibi bir şey. O kadar eksiksiz, zorlamasız ve kendiliğinden hissediyorum ki kendimi ve o anda bir parçası olduğumu kavradığım “Herşey”i…

O kadar uçmuşum ki saat ancak yediyi geçerken Southern Cross’a varıyorum. Adı pek havalı; insanda şöyle büyük bir kavşak kasabası filan imajı uyandırıyor ama ben diyeyim üç, siz deyin beş bina var… Ama bir dakika haklarını yemeyeceğim, burada karşılıklı iki tane benzin istasyonu var. Ve bu buralarda oldukça havalı bir şey…

Kasaba’nın girişindeki ilk bina bir otel. Çok ilginç. Çünkü bina biraz eski. Neredeyse yüz yıllık falan var diyeceğim. Buralarda böyle eski bir bina bulmak pek kolay değil. Hemen damlıyorum. Ve yine hüsran…

Gerçi şanslıyım kalacak bir yer buldum. Ama odada duş tuvalet yok ve buna rağmen geceliği yüz dolar. İçimden geçirdiklerimi yazmaya utanıyorum tabii ki… Bir de resepsiyondaki orta yaşlı Michelle kibarca uyarıyor beni: “Mutfak kapandı, elini çabuk tutup beş dakika içinde inmezsen aç kalacaksın!”.

İşte bundan nefret ediyorum. Gerçekten. Stresten uzak olur diye geldiğim Allahın dağ başında yine acele etmek zorundayım! Karayel’e bir yer bulmak, ekipmanları ve çantaları söküp odaya taşımak, vakumlu çantayı açıp içinden giyecek çıkartmak, ortak banyoyu bulup Cunderdin’de terk etmek zorunda kaldığım havlum olmadan duş almak, üstümü değiştirmek ve sonra da yemek salonunda olmak için tamı tamına beş dakikam var: Harika!!!

ÜNİFORMA CENNETİ AVUSTRALYA

Her yer işçi kıyafetli insanlarla dolu. Ha bu arada şunu da söyleyeyim: Avustralya’da insanlar üniformlara bayılıyorlar. Orada kaldığım süre boyunca üniformasız bir tane okul çocuğu görmedim. Ve mağazalarda özel bir üniforma reyonu var: kadın, erkek, çocuk, tamirci, boyacı, madenci, ne olurlarsa olsunlar, beden gücüyle iş yapan insanların hepsi o reyondan aldıkları bir örnek gömlek, pantolon, şort ve olmazsa olmaz olan hardal renkli botları giyiyorlar. Ve işte bütün otel sanki sendika toplantısı varmış gibi işçilerle dolu. Zaten buralarda yol işçilerinden ve madencilerden başka kimse yok…

Hızıma kendim bile şaşarak beş dakika içinde yemek salonunda oluyorum. Tabii ki bu arada, eğer varsa bir süpermarket ziyareti yapma şansımı sıcak yemek için feda etmek zorunda kaldığımı da unutmayalım. Yani, yarın erken çıkarsam yol tedarikini benzin istasyonundan yapmak zorunda kalacağım için yine bayağı bir dolarcık bir tarafıma kaçıverecek…

Neyse ki yemek güzel. Koca bir biftek ve yanında patates kızartmaları. Bisiklet turu için en uygun gıda olmayabilir ama o an benim için tam bir kral yemeği olduğu kesin… Yalana yalana yedikten sonra, göbeğim şişince ayaklarımı uzatıp nefes almaya çalışıyorum. Zevkten erimek üzereyim…

Doygunluktan ve keyiften gözlerim kapanıyor ama kendimi zorlayıp uyanmam, yol hakkında bilgi toplamam lazım…

BUYUR BURADAN YAK!

Tam bunları düşünüp, telefonumu kurcalarken gelen bir e-posta dikkatimi çekiyor. Daha önceki yazılarımı okuyan bir Türk’den geliyor. Kendisi Avustralya vatandaşı ve Devlet Radyosu SBS’te çalışıyormuş. Eğer Melbourne’a uğrarsam benimle röportaj yapmak istediğini yazıyor.

Normal bir zamanda olsa çok sevinirdim belki ama şu anda bir şişe su kadar bile ilgimi çekemiyor… Yine de belki destek alabilirim umuduyla cevap gönderiyorum. Bulunduğum yeri yazıp, buralarda yardım albileceğim Türk’ler tanıyıp tanımadığını soruyorum.

Şaşırtıcı bir şekilde beş dakika içinde bir cevap geliyor. Ama cevabın içeriği daha da şaşırtıcı:

“Maalesef oralarda tanıdığım Türk, hatta tanıdığım kimse yok. Eşim Avustralya’lı ve hemen oralardan uzaklaşsın, bir an önce Doğu’ya gelsin. Şaka değil, gerçekten tehlikeli dedi!” diyor.

Buyur buradan yak!!!

Zaten canım sıkkındı, keyfim iyice kaçıyor. Oteldeki yol işçileri ile biraz laflayınca otuz kilometre ötedeki tek mola yerinin de kapalı olduunu öğreniyorum. Yani Kalgoorlie’ye kadar ikiyüz kilometre boyunca durabileceğim bir yer yok. Yani su yok, yemek yok, bisikletçi zaten yok ve bir aksilik olursa yapacak hiç bir şey yok…

Bir karar vermem lazım. Ya risk alıp yola çıkacağım, ya da başka bir yol bulacağım. Düşün düşün bir şey bulamıyorum. Üstüne üstlük uyku da iyice bastırıyor. Artık dayanamayıp çözümü ertesi sabaha bırakıyorum. Kibirt kutusu odama çıkıp yatağa girer girmez uykuya dalıyorum.

KISA YOLDAN TÜRKİYE’YE DÖNME ZAMANI

Sabah yine şafakla uyanıyorum. Nabzımı kontrol ediyorum, iyice normale dönmüş. Sabah dinginliğinde tekrar düşününce ikiyüz kilometre ne olduğunu bilmeden gitmeye çalışmak saçma geliyor. Yola çıkmaktan vazgeçip biraz daha kestirmeye karar veriyorum.

Bir yolunu bulup Kalgoorlie’ye ulaşabilirsem oradan sonraki mola yerleri hakkında bilgi alabilirim. Belki kamyonlara otostop yaparım. O üç dört dorseli ‘Yol Trenleri’nden birinde bir süre yolculuk etmek fikri aslında hiç fena gelmiyor. Bir de Perth’ten Kalgoorlie’ye günde bir tren olduğunu hatırlıyorum. Ama saatini bilmiyorum, o yüzden en geç yedi gibi kalkıp resepsiyona giderek bilgi almaya karar veriyorum. Bu Allah’ın unuttuğu yerde günlük masrafım neredeyse ikiyüz dolar ve günde bir olan treni kaçırıp ikiyüz dolar daha harcamak hiç işime gelmiyor.

Bu düşünce beynimde dönüp durunca tabi ki uykum kaçıyor. Bir sağa bir sola dönerek saati yedi yapınca resepsiyona iniyorum. Michele yine orada. Şaşırmadım çünkü neredeyse dünyada nüfus yoğunluğunun en az olduğu yerlerden birisinde olduğumu artık gırtlağıma kadar hissediyorum.

Birlikte bilgisayarı kurcalayıp tren saatlerine bakıyoruz. Bu arada dayanamayıp soruyorum; “Burada arabanız yoksa başka bir şehire nasıl gidiyorsunuz ?”. Şaşkınlıkla gözlerini açınca başlangıçta pek anlam veremiyorum ama anlatmaya başlayınca kafamdaki taşlar yerine oturuyor.

Birincisi, burada mesafeler o kadar uzun ve yerleşim o kadar az ki araban olmaması, hatta karavanın olmaması diye bir şey insanlara çok garip geliyor. İkincisi de “şehir” kavramı buraya oldukça ters, önümdeki en yakın şehir sadece ikibin kilometre uzaklıkta. Hal böyle olunca tabi ki toplu taşım aracı işletmenin pek bir karlılığı ve dolayısıyla da mantığı kalmıyor. O yüzden önümdeki yol boyunca ne otobüs var ne minibüs.

Sadece kibin kilometre ötedeki ilk şehir olan Adelaide’a giden tek araç süper lüks “Indian Pacific Express” treni. Onun da fiyatı uçaktan pahalı, üstelik haftada sadece tek sefer yapıyor. Üstüne üstlük o sefer de dünmüş! Yani, “Lanet olsun, vazgeçtim, Batı Avustralya’yı pas geçeceğim!” desem bile, günlük ikiyüz dolardan altı gün daha burada kalıp, üstüne bir altıyüz dolar da trene vererek Adelaide’a gitmem gerekiyor. Param bitmiş olacağı için haliyle oradan da Türkiye’ye dönüş için bir yol bakmaktan başka yapacak bir şey kalmayacak…

DÜŞÜN DÜŞÜN DÜŞÜN

Gözlerimi kapatıp, kafamı çalıştırmaya, öyle ya da böyle bir çözüm düşünmeye çalışıyorum. Her şeyi göze alıp, çölü bisikletle geçmeye kalksam bile, yolculuk en azından on, onbeş gün sürecek ve günlük ikiyüz dolardan bunu karşılamam mümkün değil. Geriye tek mantıklı çözüm olarak kamyonlara otostop yapmak kalıyor. Ne olur ne olmaz diyerek, yine de Michelle’den rica edip, Kalgoorlie’ye giden tren ile ilgili bilgi alıyorum. Kalgoorlie’den gelen tren sabah dokuzda, giden tren ise onbirde.

Son anda aklıma gelince bisikletin taşınması ile ilgili bir kısıtlama var mı yok mu diye bakmasını rica ediyorum. Ve korktuğum başıma geliyor. Bisikleti kutusuz halde trene almıyorlar. İyi de ben bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde bisikleti nasıl kutulayacağım ?

“Yok canım, o kadar da katı değillerdir.” diyerek dokuzda ters yönden gelecek olan trendekilerle konuşmaya karar veriyorum.

Michelle’den istasyonun yerini öğrenip az ilerideki benzincinin yolunu tutuyorum. Karşı karşıya iki benzinci, gerçekten de o anda tüketici olarak kendimi çok özgür hissettiriyor. İçeri girip Pie ve kahve alıyorum. İdeal kahvaltı değil ama standartları düşünecek noktada değilim.

Parayı öderken kasiyer hanımla sohbet etmeye başlıyorum. Amacım kamyonlara nasıl otostop yapabileceğimi, alıp almayacaklarını vs öğrenmek. Hoş beş sohbetin ardından bir darbe de burada yiyorum. Kısa süre öncesine kadar otostop pek yaygınmış ama, sigorta firmalarının yayınladığı yeni yönetmelikle birlikte artık kamyonlar otosptopçu almıyormuş. Çünkü kasko firmaları yolculara ait hasarları ödemek için gereken primi oldukça arttırmışlar. O yüzden kamyoncular sigortalarını indirimli yaptırmak için artık yolcu taşımıyorlarmış…

AMAN TREN, CANIM TREN

Kaderime isyan bile edemeden Pie’ları ağzıma tıkıştırıp hemen istasyona yollanıyorum, çünkü şu anda buradan kurtulmamın tek yolu olarak o tren kalmış durumda. Minnacık kasabada istasyonu bulmam oldukça vaktimi alıyor. Çünkü ben adam gibi bir istasyon arıyorum ama buradakilerin istasyon dediği şey bizim otobüs duraklarımızdan bile daha küçük.

Karayel’i beş metrekarelik durağın içindeki bankın arkasına yaslayıp , treni beklemeye başlıyorum. Bir tane bile yolcu yok ama, yüzlerce ısırgan kara sinek var. Öyle de arsızlar ki. Hareket etmeden duramıyorum.

On dakika sonra bir yolcu geliyor. Yaşlı bir teyze. Kızı bırakıp gidince birlikte beklemeye başlıyoruz. Ve bir on dakka daha geçince meşhur trenimiz görünüyor: lokomotif dahil tamı tamına iki vagon! İçimden dualar ederek, biniş için yapılmış bir metre yüksekliğindeki minik rampaya tırmanıyorum. Tren tam önümde duruyor. İnanılmaz ama o ortama hiç uygun olmayan bir şekilde oldukça lüks. Koyu renk camlara sahip otomatik kapı yavaşça açılınca iki bayan kondüktörle yüz yüze geliyoruz. Ve çok komik bir şekilde o lüks trenin kapısından bizim üzerinde durduğumuz rampaya doğru bir metre eninde ve bir metre boyunda metal bir levhayı köprü niyetine uzatarak binmemizi bekliyorlar.

En sevimli halimi takınıp merhabalaşıyorum. “Merhaba” deyip soğuk bir ifade ile yüzüme bakıyorlar. Anladığım kadarıyla tren bir dakika içinde kalkmak zorunda. Hemen kekeleyip, Karayel’i göstererek meramımı anlatmaya çalışıyorum. Diğer yönde giden trendekilerin Kalgoorlie’ye kadar kutulanmamış bisikleti idare edip edemeyeceklerini soruyorum. Soğuk bir şekilde bilet alıp almadığımı sorunca, bir soğuk ter daha dökerek hayır diyorum. Cevapları çok net ve soğuk: “Biletler en geç bir gün önceden kesildiği için eğer trende yer yoksa binemezsin. Ayrıca bisikleti kutulamadan trene bindirmen imkansız!”

Ben daha yutkunamadan bir metre en ve boyundaki levhayı trenin içine kaydırıp, kapıyı kapatarak uzaklaşıyorlar. Bense o küçücük rampanın üzerinde bir başıma, ağzı açık kalakalıyorum.

İki saat içinde bir yolunu bulup Karayel’i kutulamam ve kasabadan en az iki kilometre uzaklıktaki bu istasyoncuk’a getirmem lazım. Üstüne üstlük trende yer olup olmadığı da belli değil!

Kafayı yemek üzereyim. Neden her şey bu kadar ters gidiyor?! Buraya gelirken en çok korktuğum şey bisikleti sürecek gücümün olmaması idi ama şu ana kadar başıma gelenlere bakınca, Avustralya’da yaptığım en kolay şeyin her gün yüzlerce kilometre bisiklet sürmek olduğunu fark ediyorum.

“Allah’ım, sopan yok ki vurasın!”

Bir an önce çölün içine dalmak, beni mıknatıs gibi çeken o ıssızlığa ulaşmak istiyorum. Tek istediğim her elli kilometrede bir su, her yüz kilometrede bir biraz yemek ve her ikiyüz kilometrede bir bir yatak… Ama ben arzuladıkça o önüme daha çok sorun çıkarıyor! Bırak çölün içine dalmayı, şu anda buradan kurtulabileceğim bile şüpheli..

CİNNET VE KARAYEL’İ FEDA

Aceleyle kasabaya dönüp etrafı kontrol etmeye başlıyorum. Dikkatle dolaşınca bir tane küçük nalbur buluyorum. Belki Karayel’i burada kutulayabilirim. Yalnız elimi çabuk tutmam lazım. Çünkü burada kutulasam bile diğer eşyalarım ile birlikte istasyona kadar nasıl taşıyacağım hakkında hiç bir fikrim yok. Sanırım; “Burada taksi var mıdır?” diye sorsam bana popoları ile gülerler.

Nalburdaki yaşlı kasiyer hanımı görünce umutlarım biraz suya düşmüyor değil. O anda önündeki bir başka yaşlı müşteri ile ağır çekimde sohbet ederlerken ben de kenarda bekliyor, kıymetli dakikaların uçuştuğunu hissediyorum. Derken dayanamayıp araya giriyor ve derdimi söylüyorum. Yaşlı kasiyer “Peteeeeeer” diye bağırınca içeriden en az onun kadar yaşlı erkek versiyonu “Peter” geliyor.

Durumumu anlatınca evet belki kutulayabiliriz ama bence önce “Shire Office”e (Bizim muhtarlığın Avustralya’cası gibi bir şey) uğrayıp tren bileti ve taşıma kuralları ile ilgili bilgi almamı söylüyor. Yerini tarif etmesine rağmen bir kaç dakika da orayı ararken kaybediyorum. Neyse ki içeride birisi var ve tren şirketine benim için telefon açıyor. Trende yer var ama taşınabilecek kutu için verdikleri maksimum ebatlara Karayel’i sığdırmam imkansız.

Gerçekten kafayı yemek üzereyim. Buradan bu gün gitmek istiyorsam tek şansım yarım saat içinde gelecek olan o tren ve şu anda Karayel ile birlikte ona binmem de imkansız görünüyor.

Son bir gayret, elimde Shire Office’teki kızın verdiği ebatlarla tekrar nalbur Peter’a gidiyorum. Ölçüyoruz, biçiyoruz ama bu Karayel’i o ebatlardaki bir kutuya sığdırmamızın imkansızlığını kesinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.

Peter son bir opsiyon olarak, eğer istersem bisikleti kutulayıp postayı çağırabileceğini, ama iki günden önce Kalgoorlie’ye veya Perth’e varmayacağını söylüyor.

Çok komik ama, vaz geçip geri dönmek istesem bile, bunu bisiklete binerek yapmaktan başka şansım yokmuş gibi görünüyor.

Teşekkür edip, “Artık ne olursa olacak!” diyerek tekrar istasyona yollanıyorum.

Yolda minik bir cinnet geçirince aklıma intihara yakın bir fikir geliyor…

İstasyona varınca Karayel’i söküp, duraktaki bankın arkasına kilitliyorum. Eğer bisikleti trene almazlarsa, kendim binerek Kalgoorlie’ye gidip, en kötü ihtimal araba kiralayıp gelir alırım diye düşünüyorum. Düşünüyorum ama bir yandan da: “Ya başına bir iş gelirse!” diye içim kan ağlıyor… Fakat o kadar umutsuz bir haldeyim ki, yapacak başka bir şeyim yok. Ya Karayel’e binip bütün geldiğim yolu gerisin geriye gideceğim ki bu da neredeyse bütün turu iptal etmek olacak, ya da bir yolunu bulup kapağı Kalgoorlie’ye atacağım… İyi ama nasıl?!

ÜÇÜNCÜ MELEK KEVIN

Tam bu düşüncelerle ve Karayel’den ayrılacak olmanın verdiği sıkıntıyla allak bullak haldeyken, istasyona bir kamyonet yaklaşıyor. Üzerindeki yazılardan anladığım kadarıyla bir maden şirketine ait.

Gelip neredeyse tam önümde duruyor ve içinden Avustralya’da karşılaştığım üçüncü melek iniyor: “Kevin”….

Elinde küçük çantasıyla bir bana bir de Karayel’e bakarken onu getiren kamyonet geri dönüp uzaklaşıyor. O ıssızlıkta yan yana olan herkesin ister istemez yapacağı gibi merhabalaşıp sohbet etmeye başlıyoruz.

Kalgoorlie’de yaşadığını, yakınlardaki büyük bir madende baş mühendis olduğu için sürekli bu trenle gelip gittiğini anlatıyor. Uzakta yaşayan ve ziyaretlerine gelmeyen oğlunu bir de otuz yaşında ölen kızını anlatıyor. Birlikte dertleniyoruz. Her yerinden öylesine yalnızlık akıyor ki. Hele bir de bu kayıp kıtanın yine bu insan olmayan yerinde sanki yalnızlığı devleşiyor…

Ben de dilim döndüğünce başıma gelenleri anlatınca kaşları çatılıyor. Kısaca düşündükten sonra; “Merak etme ben trendekileri tanıyorum, senin için konuşur bisikleti almalarını rica ederim!” deyince dünyalar benim oluyor. “Kondüktörler bayan mıydı erkek miydi?” diye sorunca hemen: “Kadındı” diye cevaplıyorum. Göz kırparak; “İyi o zaman çünkü ben erkek olanları tanıyorum.” deyince iyice rahatlıyorum…

Bir iki dakikalık sohbetin ardından tren görününce kalbim de deli gibi atmaya başlıyor. Yine aynı ritüelin ardından bir metrelik metal levhayı yerleşitrmek için kapı açılınca ise başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor: az önceki iki bayan kondüktör ilerideki bir durakta tren değiştirmiş olmalılar ki aynen karşımda duruyorlar.

Kevin, ben ve kondüktörler Hint dizilerindeki aktörler gibi sıra ile birbirimizi süzüyoruz. Ben suç üstü yakalanmış gibi bakarken kondüktörler de sabırsız bir şekilde Kevin’a dönüp, bir şeyler anlatmaya çalışan adamcağızı dinliyorlar…

Ama nafile, suratlarında “Kural kuraldır!” bakışı, levhayı içeri almak için hamle ederken, Kevin bir kez daha ısrar ediyor. Artık neredeyse sinirden ağlamak üzereyim. Suratım ne hale gelmiş olmalı ki sonunda insafa gelip; “Nakitin var mı?” diye sorunca hızlıca kafamı sallıyorum. “Tamam, içeri gir ve kimse görmeden bisikletini vagonun en dibine götür.” deyince kendim bile anlamadan iki saniye içinde vagonun o en dibinde oluveriyorum.

Çok geçmeden kondüktörlerden birisi elinde bilet ve ekstra yük makbuzuyla yanımda bitiveriyor. Kısa ama okkalı bir fırçanın ardından, ikiyüz kilometrelik kısa bir tren yolculuğu için tam altmış dolar para ödüyorum. Neyse, yeniden yola düştüm ya feda olsun…

Tren bayağı lüks. Çünkü sonradan öğreneceğim ki burada insanlar ulaşım için karavanlarını kullanırken, trene sadece lüks bir seyahat etmek istediklerinde biniyorlar.

Her neyse o kadar gerilmiş olmalıyım ki, rahatlayınca birden bire uykum geliyor. Etrafı izlemek için can atmama rağmen, beş dakika içinde gözlerim kapanıyor ve Kalgoorlie’ye kadar da açılmıyor…

KALGOORLIE: GÜNLER SONRA İLK TRAFİK LAMBASI

Trenin yavaşlamasıyla birlikte gözlerim de açılıyor. Kalgoorlie Batı Avustralya standartlarına göre bayağı büyük bir yerleşim yerine benziyor benziyor. En azından gerçek bir istasyonda duruyoruz. Avustralya’ya geldiğimden beri, buranın temel sorunu olduğuna inandığım insan kıtlığı yüzünden olsa gerek, danışma işleri için hep call center veya internet sitelerine yönlendirilmiştim. Hiç değilse burada danışma vardır, konuşup bilgi alabilecek birilerini bulabilirim diye son derece sevinçliyim.

Ama tabii ki yine düşündüğüm gibi olmuyor. Trenden inip, nispeten büyük olan istasyonda turlamama rağmen ne açık bir ofis, ne de bilgi alabilecek birisini bulabiliyorum. Derken duvardaki çalışma saatlerini gösteren tabelayı görünce jetonum düşüyor: Hafta içi çalışma saatleri sabah altı buçuk ile öğleden sonra üç arası ve saatim üçü çeyrek geçiyor.

Yine hüsran. Ama artık alışmaya başladığım için o kadar koymuyor. Hemen yola düşüyorum. Kalgoorlie gerçekten büyük sayılır. Hatta istasyonun hemen çıkışında bir trafik lambası görünce gözlerime inanamıyorum. Ana caddede bir iki tur atıp pek bir şey bulamayınca, telefonumdan araba kiralayan firmaları araştırıyorum. Gittiğim iki yer de boş çıkıyor. İkisi de şehirdeki ofislerini kapatıp havaalanına taşınmışlar.

Derin bir nefes alıp, havaalanına doğru yola düşüyorum. Hava çok sıcak ve, abartısız bütün binalar tek kat olduğu için hiç gölge yok. Dilim damağım kuruyarak havaalanına giderken gördüğüm herkesin Southern Cross’daki işçiler gibi giyindiğini görmek dikkatimi çekiyor. Bir de burada hiç normal binek araba yok. Bütün araçlar kamyonet ve hepsinin kasasında birbirine benzer garip bir alet ile ön kaputlarının üzerinde kocaman birer telsiz anteni var. Zihnimi biraz zorlayınca burasının aslında bir “Altın Madeni Kasabası” olduğunu hatırlıyorum. o zaman gördüklerim biraz yerli yerine oturmaya başlıyor.

On beş kilometrelik sürüşün ardından havaalanına varıyorum. Ufak tefek de olsa uçakları görünce kendimi yeni bir gezegene gelmiş gibi hissediyorum.

Araba kiralayan firmaların üçü de birbirine komşu üç binada. Sırayla tavaf ediyorum. Ama sıfıra sıfır, elde var sıfır. Çölü geçmek için Kalgoorlie’den Adelaide’e kadar olan iki bin kilometrelik mesafe için araç kiralamam gerek. Yalnız Kalgoorlie’nin bağlı olduğu eyalet Batı Avustralya iken, Adelaide’ınki ise Güney Avustralya. Ve eyaletler arası araç kiralama yapılmıyor. Yine taşa tosladık. Bu Avustralya tam da: “Seni öldürmeyen şey, seni sadece güçlendirir!” tarzı bir deneyim olmaya başladı benim için…

Geriye iki yol kalıyor: Ya bisiklete binip her şeye rağmen sürmeyi deneyeceğim, ya da uçağa binip önce Perth’e dönecek, oradan da yine uçakla Adelaide’a gideceğim. Kafam o kadar karışık ve düşünceleim o kadar yorgun ki. O yüzden seçim yapmayı erteleyip, kalacak bir yer bulmaya karar veriyorum.

RED KIT’IN ÇAĞDAŞ VERSİYONU

Telefondan yaptığım araştırmanın sonuçları hiç de hoş değil. Burada oteller daha da pahalı. Altın madenleri yüzünden olmalı diye düşünüp, biraz da gezerek araştırmaya karar veriyorum. Bisikletle rolantide giderken gözlerim parlıyor, çünkü Perth’den beri ilk kez bir Coles hipermarket görüyorum. Tabii ki içimde artık iyice yer etmeye başlayan açlık korkusu hemen devreye giriyor ve Karayel’i kilitleyip dalıveriyorum.

Yiyecek ve içeceklerin sadece görüntüsü bile sarhoş olmama yetiyor. Çok bir şey almamama rağmen yaklaşık bir yarım saat turluyorum içeride. Zaten dışarıdaki cehennem sıcağından sonra içerideki klima serinliği cennetteymişim gibi hissettiriyor.

Elimde torba ile Karayel’e atlayıp tekrar turalamaya başlıyorum. Ve birden bir mucize oluyor. Yolun karşı tarafında gördüğüm bir otelin tabelasında “Promosyon - Geceliği Doksandokuz Dolar” yazıyor. Durup gözlerimi ovalayıp tekrar bakıyorum. Yine aynı olduğunu görünce hemen karşıya geçiyorum.

Karayel’i otelin duvarına yaslayıp, kafamda kask ve elimde market poşeti ile otele girdiğimde ise hayatımın şoklarından birisini yaşıyorum. Küçük bir lobinin açıldığı bara girer girmez dikkatimi ilk çeken, ellerinde koca koca bira bardaklarıyla yuvarlak bir barın etrafına sıralanmış, günün o saati olmasına rağmen hepsi de sarhoş görünen madenciler oluyor. Sonrası ise tam bir sürpriz, çünkü barın ortasında ise onlara hizmet eden barmaid’ler var. Yalnız burası önemli, çünkü barmaidlerin üzerinde giysi namına pek bir şey yok!!!

Bu görüntü ile birlikte Kalgoorlie zihnimdeki gerçek yerine oturuyor. Burası bildiğin bir altın madeni kasabası. Tıpkı küçükken okuduğum Red Kit çizgi romanlarında olduğu gibi. Biraz daha modern görünümlü ama özünde hiç bir farkı yok. Şu anda tek eksik olan, havaya metelik atıp silah sıkan kovboylar. Ama onları görsem de hiç şaşırmayacak bir haldeyim.

Bir iki saniyelik şaşkınlığımın ardından, bana bakan barmaidlerin yüzünde de benimkine yakın bir şaşkınlık olduğunu fark ediyorum. Öyle ya, o anda çıplak kadınlarla dolu bir madenci barında, kafasında kaskı, elinde market poşeti çölün ortasında bisiklet sürmeye çalışan birisi onlardan çok daha garip kaçıyor…

Silkinip dışarı çıkmamla birlikte gülmeye başlıyorum. Gerçekten de layığımı buldum, bildiğin abzürt bir filmin içindeyim sanki…

“ALTINTOZU” YATAKHANESİ

O sırada Ant arıyor. Merak etmiş. Olanları anlatınca katıla katıla gülüyoruz. Yiyecek, içiecek, kalacak yer sıkıntımı bildiğinden, o da bana yardım etmek için internetten gittiğim yerlerdeki marketleri, otelleri vs kolaçan etmeye başlamış. Kalgoorlie’de bir hostel bulduğunu, oraya bir bakmamı söylüyor. Hostel bende hep öğrenci seyahatlerini çağrıştırdığı için böyle bir yerde hostelin ne işi var ki acaba diye düşünmeden edemiyorum. Adı “Kalgoorlie Backpackers”. Navigasyondan kontrol edip, yakınımda olduğunu görünce seviniyorum.

Bir kaç dakika içerisinde kapısındayım. Ve tabii ki yine kapı duvar ve danışabilecek kimse yok. Biraz bekleyince kapı açılıyor ve iki madenci dışarı çıkarken ben de içeriye dalıyorum. İçerisi eski püskü ve tozlu koltuklarla dolu. Ortalıkta hiç kimse görünmüyor. Biraz ilerleyince yarı çıplak oturan iki genç görüyorum. Sorunca resepsiyonda kimseyi bulamayacağımı, çünkü yatakhanenin dolu olduğunu söylüyorlar. Suratım asılmış olsa gerek, acıyarak, az ileride “Golddust Backpackers-Altıntozu Yatakhanesi” diye bir yer daha olduğunu, bir de orayı denememi söylüyorlar.

Bu sefer şansım tutuyor. Girer girmez Jen ile tanışıyorum. Yirmilerinin başında sürekli gülümseyen bir kız. Onu görünce biraz içim açılıyor. Üstelik yatakhanede yer de varmış. Normal hostellere göre bayağı pahalı ama buranın standartlarına göre oldukça ucuz. Biz konuşurken erkek kardeşi geliyor. Burayı geçen sene devralmışlar. başlangıçta bayağı sıkıntı çekmişler ama işleri yavaş yavaş düzeliyormuş.

Sohbeti biraz daha derinleştirince tahminlerimde yanılmadığımı anlıyorum. Kalgoorlie’de her şey altın etrafında dönüyor. Dünyanın dör bir yanından gelmiş, genci yaşlısı, kadını erkeği bir sürü madenci ile dolu bir kasaba. Zaten yatakhanenin girişindeki madenci botları ile dolu ayakkabı rafı her şeyi anlatıyor. Bin bir umutla buraya gelerek önce iki büyük madende işe girip biraz para biriktiryorlarmış. Bir kamyonet ve dedektör kiralayacak kadar para biriktirince de kendileri altın aramaya başlıyorlarmış. Taa ki paraları bitip, tekrar büyük madende çalışmaya dönene dek. Etraftaki tipleri bir görseniz; gerçekten de çılgın bir yer burası…

YENİDEN KARAR ZAMANI

Eşyalarımı kilitli dolabıma yerleştirip yatağıma uzanmamla birlikte düşüncelerim de normale dönmeye başlıyor. Bir karar vermem lazım. Çölde bisiklet sürmek en büyük hayallerimden biriydi. Şu anda bunu yapmayı her şeyden çok istiyorum ama hem çok riskli, hem de çok pahalı. Aç bi-ilaç da olsa belki çölü geçebilirim ama paramın biteceği kesin. O zaman da Doğu Avustralya’yı ve özellikle de dünyanın en güzel bisiklet rotalarından birisi olduğu söylenen ‘Great Ocean Road’u geçemeyeceğim.

Tanrım ne kadar zor. Karar veremiyorum. Sanki bir şeylerin olup, vereceğim kararı kolaylaştırmasını bekliyorum. Ama hiç bir şey olmuyor. Sıkılıp dışarı çıkmaya, bir şeyler yiyip içmeye karar veriyorum.

Artık hava kararmış. Yolda evsiz ve sarhoş Aborijin’lerle karşılaşıyorum. Sürekli küfür ediyorlar. Aslında orijinal hallerine, mitolojilerine ve yaşam felsefelerine hayranım. Hatta o kadar ki sol kolumun yarısını yaratılış efsanelerinin baş kahramanı olan semendere ait bir dövme kaplıyor.

Yanlarından geçerken bir tanesi bana dönerek; “Eminim ibnenin tekisin diyor.”. Aldırış etmeyip devam ediyorum. Üzülüyorum ama kendimden çok onlar için, daha doğrusu öylesine saygın bir kültüre sahip kadim bir bir halk, sadece bir kaç yüz yıldır buraya yerleşmiş olan beyaz nüfusun arasında bu hallerde yaşamak zorunda kaldığı için…

Keyifli bir akşam yemeğinin ardından Golddust’a döndüğümde beklediğim işareti buluyorum. Jen beni yatakhanede kalan bir başka bisikletçi ile tanıştıracağını söylüyor. Bir kaç dakika içinde ortak-mutfaktaki büyük masalardan birinde Tobias’la sohbete başlıyorum. Otuzlu yaşlarında bir Alman vatandaşı. Yaklaşık bir yıl önce yola çıkmış ve on altı bin kilometre yol yaptıktan sonra parası bitince bir süreliğine burada duraklamaya karar vermiş. Kendisi bir muhasebeci ve maden sektörü yüzünden burada çok iş olduğunu, yeniden yola çıkacak parayı biriktirene kadar çalışacağını söylüyor.

ÇÖLE VEDA

Benden farklı olarak Tobias ‘Yüklü ve Yavaş’ olarak yol alıyor. Bir iki günlük yiyecek ve suyunu yanında taşıyıp, akşamları kurduğu çadırda kalıyor. Şansıma o doğu tarafından gelmiş ve önümdeki yolu biliyor. Laf lafı açıyor. Ekipmanımı değiştirip, ‘Yüklü ve Yavaş’ modeline geçmezsem çölü geçmemin çok zor, uzun ve pahalı olacağını o da onaylıyor. Ve çölü pas geçerek Adelaide’a uçup, oradan ‘Great Ocean Road’da sürmemin daha iyi bir fikir olduğunu söyleyince ben de o çok zorlandığım kararımı veriyorum.

Biraz daha sohbetin ardından kız kardeşim Evrim’e mesaj atıyorum. Kendisi eski tur organizatörü. Uçak bileti için yardımını istiyorum. O bakarken ben de internetten bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Bir iki saat içinde hallediyoruz. Üstelik neredeyse Indian Pacific treni’nden daha ucuza. Burası gerçekten çok acayip bir yer…

İnanılmaz ama sanki bütün sorunlarım hallolmuş gibi. Ertesi gün öğlen ikide önce Perth’e, ardından da Adelaide’a yani medeniyete uçuyorum… Bir yandan çok rahatlamış hissederken, diğer yandan da görmeyi çok istediğim çölü pas geçeceğim için içim sızlıyor, ama yapacak bir şey yok…

O çok zor kararı aldığım için rahatlamış bir halde odama çıkıyorum. Sohbet esnasında Tobias’ın bahçede boş bir bisiklet kutusu gördüğünden bahsettiğini hatırlayınca tekrar aşağı inip arka bahçeyi kolaçan ediyorum. Gerçekten de orada duruyor. Şansım döndü mü sanki ne…

Odama dönüp, ertesi gün acele etmeme gerek olmadığından günlerdir ilk defa yavaşlığın tadını çıkara çıkara yatağıma giriyorum. Yalnız bir sorun var. Bu gün havaalanına gitmek dışında neredeyse hiç pedal basmadığımdan olsa gerek, günlerdir üst düzey performansa alışmış olan metabolizmam yorulmadığı için cin gibiyim. Bir türlü uykum gelmiyor. Üzerine oda arkadaşımın horlamaları da eklenince sabaha kadar neredeyse gözümü bile kırpmıyorum.

TERK EDİLEN THIJS

Erken kalkmama gerek kalmıyor. Çünkü zaten neredeyse hiç uyumadım. Günün ilk ışıkları ile aşağıya inip Karayel’i demonte etmeye başlıyorum. Başlangıçta her şey yolunda gidiyor. Neredeyse hiç zorlanmadan kutuya sığacak hale getiriyorum. Yalnız pedallar o kadar sıkışmışlar ki. Üstelik çok büyük olduğu için yanıma pedal anahtarı da almamıştım. Elimdeki çoklu anahtarla halletmeye çalışıyorum ama bütün denemelerim boşa çıktığı için giderek sinirlenmeye başlıyorum.

Sonuç yok. Kendimi kontrol ederek, sinirlenmektense bir mola verip mutfakta bir şeyler atıştırmanın daha akıllıca olacağına karar veriyorum. Önceki gün marketten aldığım ekmek ve kaşar peyniri aklıma gelince ağzım sulanıyor.

Çok erken olduğundan olsa gerek mutfakta henüz hiç kimse yok. Keyifle sandviçimi hazırlamaya başlıyorum. Yanına bir de kahve yaparken yirmili yaşlarının başında sarışın bir çocuk gelip uykulu gözlerle merhaba diyor. Selamını alıp, sandviç ister mi diye soruyorum. Nazikçe teşekkür edip oturduğu sandalyede gözlerini ovalamaya başlıyor.

Çekici bir yanı var. Kendime engel olamayıp sohbet etmeye başlıyorum. Adı Thijs. Hollandalı. O da evini barkını bırakmış, bisikletiyle dünyayı gezmeye çalışıyormuş. Bu arada da videolar çekip kendi kanalında yayınlıyor. Bir iki aydır buralardaymış.

“Ne yapıyorsun burada?” deyince anlatmaya başlıyor. Bir çocukluk arkadaşının davetiyle buraya gelmiş, ama arkadaşı onu bırakıp gitmiş. O da parası bitince ne yapacağını bilemeyip madencilik kursuna kaydolmuş ve önceki gün diplomasını almış. Bu gün yarın çalışmaya başlayacağı için çok heyecanlı olduğunu söylüyor.

O da beni soruyor, ben de anlatınca sohbet epey koyulaşıyor. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadan epey konuşuyoruz. Bir süre sonra dikkat ettiğimde mutfağın neredeyse dolmuş olduğunu fark ediyorum. Ve aniden Karayel’in inatçı pedallarını hatırlayınca acele etmem gerektiğini hissediyorum. Zar zor bulduğum o uçağı kaçırıp burada mahsur kalmak gerçek bir felaket olur…

Alışverişten kalan peynir, konserve balık, ekmek vs’yi Thijs’a hediye ediyorum. Duygulanıp çok eşekkür ediyor. Vedalaşıp tekrar bahçeye dönüyorum. Karayel’in pedalları aynen bana bakıyor. Ani bir kararla kadroyu elime alıp dışarı çıkıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam dün gelirken bir araba tamircisi görmüştüm. Eğer açıksa onda muhakkak anahtar vardır diye düşünüyorum.

KAHROLASI PEDALLAR

Gerçekten de iki blok ötedeki tamirciyi bulmam beş dakikamı almıyor. İçerideki tamirci çocukla selamlaşıp yardım isteyince Avustralya’ya has bir şekilde: “No worries” deyip pedalı sökmeye çalışıyor. Çalışıyor ama ne yaparsa yapsın bir türlü sökemiyor. Epey bir süre uğraştıktan sonra pes edip, bana tern istasyonunun orada bir bisikletçinin yerini tarif ediyor.

Endişelenmekten nefret etmeme rağmen kendimi engelleyemiyorum. İçimden de: “Neden hep bunlar benim başıma gelip duruyor!” nidaları yükselirken kadroyu elime alıp çıkıyorum. Golddust’a dönüp Karayel’i tekrar birleştirdikten sonra eşyalarımı da alıp sürerek gidebilirim. Ama bir aksilik çıkıp da bisikletçiyi bulamazsam veya pedalları sökemezse o zaman tekrar Golddust’a dönüp Tobias’tan veya Thijs’tan yardım istemem gerekecek.

Bir karar vermem gerek. Fazla vaktim olmadığı için risk alıp bisikletçiye doğru hızlıca yürümeye başlıyorum. Güneş bayağı yükselmiş ve sıcak yine iş başında. Kısa sürede ter içinde kalıyorum. Ve tabii ki yol yürü yürü bir türlü bitmek bilmiyor. Stres yaşamaktan o kadar usandım ki…

Neredeyse yarım saatlik hızlı bir yürüyüşten sonra Avanti Bikes’ın kapısından girdiğimde meşhur zil sesi ile birlikte harika bir klima serinliği tarafından karşılanıyorum. Keyifle kapanan gözlerimi açtığımda karşımda hafiften kısa boylu, kısa saçlı, orta yaşlı, ciddi görünümlü ve gözleri parlayan bir bayan duruyor. Adı Anna’ymış. Durumumu anlatınca: “Sorun yok, hallederiz, sen git bisikletin kalanını getir.” diyor.

Kaybedecek vakit yok, çabucak çıkıp yine hızlıca ve yine kan ter içinde Golddust’a dönüyorum. Eşyalarımı ve Karayel’in kalanını alıp Avanti’ye dönerken haliyle daha da bir kan ter içerisinde kalıyorum. Aklım da sürekli pedallarda. “Acaba sökebildiler mi?”. Negatif bir cevabı düşünmek bile istemiyorum.

“Uçağı kaçırır mıyım acaba?”. Hayır buna dayanamam…

BURALARDA HER ŞEY SUDAN UCUZ

Yanımdaki tek normal tişört üzerimde sırılsıklam, perişan bir halde bisikletiçiye varınca Anna halime acıyıp bana su ikram ediyor. Buralarda hiç kaynak suyu yokmuş. Bütün su taşıma yoluyla getiriliyormuş. O zaman suyun neden bu kadar pahalı olduğunu daha iyi anlamaya başlıyorum.

Neyse pedalları sökmüşler. Anna’yla sohbet etmeye başlıyoruz. Kocası tam bir bisiklet hastasıymış. Önceleri bu mağazada işçi olarak çalışıyormuş. Bir kaç yıl önce de eski sahibinden devralmışlar. Şanslarına o zamandan beri maden sektöründe işler pek iyi gitmiyormuş. Ama bu sene biraz yüzleri gülmeye başlamış: “Madenlerde işler iyi gidiyor, dolayısıyla bizim satışlar da fena değil.” diyor.

Saat ikide uçağım olduğunu söyleyip, buralarda taksi var mı diye soruyoum. Taksi olmadığını ama merak etmememi, ayarlayacağını söylüyor. “Saat yarım iyi mi?” deyince, ne olur ne olmaz diye düşünerek “Oniki olsun.” diyorum. Başıyla onaylayınca bu işi de halletmiş olduğum için içten içe seviniyorum.

Anna’ya nereden ucuz t-shirt alabilirim diye soruyorum. ‘Target’a git diyor. Yine kan ter içinde yürüyüp, Target’a girince cennete gelmiş gibi serinliyorum. Ama su almayı unuttum. Girişteki Gloria Jeans’te küçük suya 4$ bayılıyorum. Ardından aldığım t-shirt ise 5$, neredeyse sudan ucuz…

Saat onikide Avanti’ye dönüyorum. Her şey hazır. Arabayı beklemeye başlıyorum. Dakikalar geçiyor ama bir türlü gelmiyor. Hayır, büyük bir yer de değil ki trafik vs olsun. Endişe yine yakama yapışıyor ve dakikalar sıkıntıyla geçmek bilmiyor.

Derken saat yarımda taksim geliyor. Eski püskü bir minibüs. Hop diye içinden zıplayıveren şöförü ise daha da ilginç. Enerjik hareketlerle kutulanmış Karayel’i ve diğer eşyalarımı bagaja koyarken. Ben de Anna ile vedalaşıyorum.

O ZAMAN ANNENLE YATAYIM!

Şöförümün adı Vicey. Hindistan’ın Pencap eyaletinden. Sürekli gülüyor ve hiç durmadan konuşuyor.

Zengin bir ailenin çocuğuymuş. “İşe yaramaz’ın tekiydim.” diyor. Yıllarca hiç çalışmayıp, hep para harcayınca ailesi bunu kovmuş. “İngiltere, Kanada Amerika ya da Avustralya, seç birini!” demişler, o da havasi guzel diye Avustralya’yı seçmiş. Cok havaiymiş, yirmisekiz yaşına kadar çalışmayıp hep baba parası yemiş. Bir gün karısı para isteyince; “Annemden iste.” demiş, karısı da; “Ben annenle değil seninle evlendim! İstersen yatağa da annenle gireyim!” deyince jeton biraz düşmeye başlamış. Altı sene Sydney’de, İki sene Perth’de yaşamış. Şimdi de iki yildir karısı ile birlikte Kalgoorlie’de yaşıyormuş. “İlk paramı kazandığımda sevinçten ağlamıştım!” diyor.

Yol boyunca konuşuyor da konuşuyor. Buralardan kurtulacağımdan olsa gerek, enerjisi bana da geçiyor. Havaalanına kadar hiç müdahale etmeden, kafamı sallayarak ve gülümseyerek dinlemeye devam ediyorum…

Havaalanı pek sakin. Çabucak bilet ve bagaj işlemlerimi tamamlayıp bir fincan kahve eşliğinde klimalı salonda kalkış saatini beklemeye başlıyorum. Derken minik salon kadınlı erkekli madenci kıyafetli insanlarla hınca hınç dolmaya başlıyor. Anlaşılan buldukları altınları harcamak için Perth’e gidiyorlar. E bu Allah’ın unuttuğu yerde bunu haketmiyor da değiller hani…

Uçak havalanınca yukarıdan madeni görüyorum, gerçekten devasa ve son derece etkileyici. Spiral şeklinde kıvrılarak aşağıya doğru inen koca koca kamyonlarla dolu yol, dibinde neredeyse iki üç yüz metre derinliğe kadar ulaşıyor.

Bir saat bile geçmeden Perth’e iniyoruz. Medeniyete döndüğüm için keyfim yerinde ama çölden uzaklaştığım için de içimde bir burukluk yok değil.

Havaalanında uçağımı beklerken Evrim, Ant, Sinan üçlüsüyle WhatsApp’ta lojistik işlerimde yardımcı olmaları için yeni bir grup kuruyorum. Bu işi tek başıma beceremeyeceğim artık neredeyse kesinleşti. Grup sayesinde kısa sürede Adelaide’daki otel rezervasyonum da hallolunca, serin havaalanı binasında keyifle beklemekten başka yapacak bir işim kalmıyor.

Adelaide’a giden uçak da full. Onbeş dakika gecikme ile kalkıyoruz. Kulağımda kulaklık: ‘Gente di Mare’ çalıyor; ‘Denizin Oğlu’. Evet, Denizin Oğlu bu çöllerde çok çekti, ama buraları terk ettiği bu son anda anlıyor ki galiba buralara aşık olmuş.

Bugüne kadar pek çok güzel yer gördüm. Hatta aşık olunabilecek kadar güzel pek çok yer. Ama Batı Avustralya kırsalı gerçekten çok farklıydı. Bu resmen Mars’a gelmek gibi bir şeydi…

Hissettiklerim o kadar farklı ve anlatılmaz ki… Sanki bir ucubeye, onun eşsiz garipliğine, kalbindeki uçsuz bucaksız ve bambaşka doğasına aşık olmuş gibiyim. Sanki tanrının nefesi olan aşk, dibime kadar gelip beni sarmaladıktan sonra, nanik yaparak çekip gitmiş gibi hissediyorum. Ama yağma yok, yine geleceğim!!!

Uçaktan aşağıyı süzerken, binbir zahmetle geçtiğim, ip gibi görünen o ıssız yolda kendimi bisiklet sürerken hayal edip, “Ben bu kadar yolu nasıl gelmişim?” diye hayret ederek gülümsekten kendimi alamıyorum…

Ve artık kendimi tutamıyorum; gözyaşlarım boşanıveriyor…

Kahretsin uçak da tıka basa doluydu!!!

My Image